Az önce küme küme, birbirinden ayrı, birbirinden uzak
birer dünya yaşayan bahçe halkı ansızın ortak bir topluluk gibi aynı duygunun çevresinde birleşmiş
oldu. Atatürk'ün gelişi onları öylesine büyülemiş, gönüllerini o denli kaynaştırmıştı.
Onun toplayıcı gücü kendini burada da göstermişti. Oraya Boğaziçi mehtabının tadını
çıkarmaya gelenlerin gözüne, O'ndan başka hiçbir şey artık görünmez olmuştu. Müzik susmuş, şimdi
herkes O'na bakıyor, sesini duyurmak için konuşmasını bekliyordu. Atatürk’se oraya birkaç saat kendi
kimliğinden ve çevresinden uzak, etiketsiz, protokolsüz sıradan bir yurttaş özgürlüğünü yaşamak için
gelmişti. Baktı ki olmuyor; üstelik eğlencesini bir yana bırakan halkın kendisinden bir şeyler
beklediğini de görmekte bir gence yönelerek bu bekleyişe son verdi.
-
Siz, delikanlı! Ne iş yapıyorsunuz?
-
Bediz (resim) yaparım, Paşa’m.
-
Güzel; demek sanatçısınız. Şimdi bize sanatın ne olduğunu anlatır mısınız?
Genç, sanatı tanımlar. Ata topluluğa bakarak “Nasıl? Bu tanımı nasıl buldunuz?”
diyerek bir konuşma açar. Müzikle uğraştığı anlaşılan başka bir genç kalkıp
değişik bir tanım yapar. Bu bilimsel konuşma umulandan çok ilgi toplamış, tartışı
genelleşmiş, söz isteyenler el kaldırı olmuştur. Derken konu değişir. Bu kez hukuk konuşulmaktadır.
Herkes kulak kesilmiş, Atatürk'ün bu konular üzerindeki düşüncelerini dinlerken araya beklenmedik bir olay girer.
Eşi ve çocuklarıyla bir köşede oturan yaşlıca bir adamın elinden nasılsa bir bardak boşanıp
o sessizlik içinde kulakları irkilten bir şangırtıyla yerde parçalanır. Herkesin yerici gözleri bu
yakışıksızlığı yapanın üzerinde toplanır. Adamcağızsa o anki sarsaklığının
(sakarlığının) verdiği utançtan neredeyse ölecektir. Demeye kalmadan ikinci bir şangırtı
duyulur. Bu kez bakışlar, kendi bardağını da yere bıraktıktan sonra eli daha havada duran
Ata'nın gülen yüzü ve hoşgörürlük taşıyan gözleri üzerinde toplanır. Halk, bu davranıştaki
inceliği kavradığını uzun, çok uzun alkışlarla anlatır.
(Mehmet Ali Ağakay)
|