bilin.gif

BIR KAÇ ANI

ERMENI OLAYLARI
ATATURK'TEN ANILAR
BILIYORMUSUNUZ?
ISTIKLAL MAHKEMELERI
ATATURK

Atatürk kendisini insan üstü bir varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker'in sert şakalarını büyük bir neşeyle dinler ve hepimizin önünde tekrarlattırırdı.

Bir gün sofrada ismini zikretmek istediğim bir zat :

- Paşam, demişti. Kimbilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kimbilir, ne harikulade hatıralarınız vardır. Atatürk güldü ve Nuri Conker'e döndü:

- Nuri, anlatsana!.. dedi.

Nuri Bey her vakitki şakacı diliyle:

- Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi, cevabını verdi. Deminki suali soran zat, lafın bu yolu almasından fena halde ürktü. Suali ortaya attığına bin kere pişman oldu:

- Aman efendimiz... diyecek oldu. Atatürk hemen sözünü kesti:

Bana insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız.doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir.

-

İstanbul’un işgali yıllarında bir Türk okulunu gezen Fransız Generallerinden M. Bramon, bir kızımızın yaptığı elişini beğenmişti. General bunu almak arzusu göstermesi üzerine elişinin sahibine öğretmen armağan edilmesi için teklifte bulunmuş ve öğrenci buna son derece sinirli:

- Hayır, bir çöp bile vermem!.. demek suretiyle şiddetle reddetmişti.

Aradan yıllar geçtikten sonra aynı okula Atatürk gelmiş, aynı öğrenci bu kez düşman generaline vermediği aynı elişini Atatürk’e armağan etmek üzere uzatmış ve heyecanla şöyle demişti:

- Büyük Atam, bu değersiz hediyenin kabulünü rica ediyorum.bu işimi bir zamanlar hocam, memleketimin işgali zamanında Fransız Genaral Mösyö Bramon’a armağan olarak vermemi rica etmişti.halbuki ben bu arzuyu reddetmekle düşman ellerinde bir çöpümü bile görmek istemediğimi söylemiştim. Şu dakikada içimden gelen bir istek ve sevgiyle armağanımı kabul etmenizi rica ediyorum.

Ata’nın bu sözler üzerine kaşları çatılmış ve sert bir sesle şu cevabı verdiği duyulmuştur:

- Kızım, Türkiye’ ye kin yakışmaz!..biz herkesle dostuz. Çektiklerimiz, başımızda bulunan saltanat devrinin büyük hatalarının neticesidir. Avrupalı'ların, türk kızlarının eserlerini hayranlıkla seyretmeleriyle fikirlerini değiştirebilir miyiz? Sen onu o zaman verseydin, şimdi şanlı Türk kızlarını temsil eden bir eser Avrupa duvarlarını süslerdi.

 

Atatürk’le Musollini’nin arası malum!... İkinci Dünya Savaşı’nın “sinir harbi” dediğimiz söz hücumları Mussoli’nin baş silahı.

İtalyan diktatörü, o sırada yine bir nutuk söyleyerek, aklınca sinirlerimizi bozmak istemişti. Atatürk, buna fiili bile cevap mahiyetinde, Antalya’ya bir seyahat hazırladı.

Yolda otomobiller, güzel bir yerde mola verdiler. Atatürk, kulağına akseden bir türküyle ilgilendi.etrafı aradılar.bunu bir çoban söylüyordu.

Çobanı getirdiler. Atatürk:

- Türküyü sen mi söylüyorsun? diye sordu. Çoban, “evet” deyince:

- Sesin güzel, okuman da fena değil, burada da söyle de dinleyelim!...

Çoban bir şey anlamamıştı. Ata izah etti:

- Bis demek, beğendik, bir daha söyle, tekrarla demektir. Çoban türküyü tekrarladı. O zaman Atatürk, cebinden bir “elli liralık”çıkardı, çobana uzattı. Çoban paraya baktı, aldı, memnun bir tavırla kuşağının arasına koyduktan sonra, ellerini çırptı ve yüksek sesle haykırdı:

- Bis, bis!..

Atatürk, bu zeki hareket ve cevap karşısında o kadar memnun olmuştu ki, yanındakilere döndü:

- İmkan olsaydı da Mussolini şu sahneyi görseydi ve şu cevabı işitseydi,

Dedi, hangi millete nutuk söylediğini anlardı!..

20 haziran, 1933, Ankara Erkek Lisesi’nde :

Büyük Mustafa Kemal, önce öğrenci ile öğretmenini karşı karşıya bırakmayı uygun görmüş ve sorunların o zamanki yöntemle öğretmenler tarafından sorulmasını istemişti. Şimdi güzel soru bulmak ve güzel soru çıkartmak ne güçtü. Nitekim coğrafyacı arkadaşlarımızdan birinin şu sorusunu derhal kesmiş ve değiştirmişti.

Öğretmen öğrenciye şöyle sormuştu :

- İtalya’nın memleketimiz hakkında istekleri nedir? Bize siyasetini anlatır mısın?

Atatürk kaşlarını çatmış ve öğretmene sormuştu:

- Bundan ne amaçlıyorsunuz? İtalya’nın memleketimiz hakkında ne gibi istekleri vardır, bunu devlet başkanı olarak ben bilmiyorum siz açıklar mısınız?

Öğretmen şaşırmış, sıkılmış ve karşılık vermişti:

- Paşam, İtalyanlar Antalya’yı almak istiyorlar, memleketimizde gözleri var da onları sormak istedim.

- Bu öğrenci dışarı çıkıp da biz bize kaldığımız zaman, hepimize dönerek şöyle demişti :

- Çocuklar başka memleketleri umacı olarak göstermeye hakkımız yoktur. Türk çocuğu, kendisine hiç bir milletin saldırmağa cesaret edemeyeceğini bir ruh güvenliği ile beslemelidir. Bilmelidir ki Türk milletine kimse ilişemez!

1923 Martı’nın 17. Cumartesi günü Mersin’e gidiyoruz. İstasyonda yaya olarak topluluk halinde ilerlerken, yolun ortasında, aynen Adana’ya giderken olduğu gibi, büyük bir levha taşıyan bir kaç kız Şef’in karşısına çıktı. Levhada şu cümle yazılı idi: “Suriye hemşirenizi de kurtarınız.”

İki gün evvel Adana’da Antalya ve İskenderun için yapılan o levhalı gösteri, Antalyalı kızın o herkesi ağlatıp sızlatan hıçkırıklı söylevi ve Şef’in ona verdiği tarihi cevapla, yüce bir nitelik almıştı. Şef şimdi bu Suriye levhasına ne diyecekti?

- “Her millet layık olduğu mutluluğa erişir!” dedi ve yürüdü.

Milli mücadelenin buhranlı günlerinde, Ankara civarında yaptığı bir gezintiden dönerken, yolda sarıklı bir hocaya rast gelmişti. Konuşurken, üstlerinden geçen uçağı göstererek, sordu :

- Hocam, bu uçak nasıl uçuyor?

- Ne bileyim ben?... Öğretmediler ki bize?

- Peki, sen ne bilirsin?"

- Ne mi bilirim? Bu uçağa bin dersin, binerim, oradan kendini aşağı at, dersin atarım... İşte ben bunu bildirdim ama, bunu da senden öğrendim, paşam !

Mustafa kemal, bu söz üzerine,

- Var ol hocam!... Ama, şunu da bil ki, bende senin gibiyim... Bende, milletin hiç bir arzusunu, hiç bir isteğini, hayatım pahasına da olsa, yapmamazlık edemem!..."

1935 senesinde idi.Atatürk’ün Çanakkale’ye geleceği rivayetleri dolaşıyordu.

O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi, memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhinde bir hareket ve ayaklanma baş göstermişti.bu hal karşısında bütün Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistin’e gitmek istiyorlardı.

İşte bu sıralarda "Atatürk Çanakkale’ye geliyor"dediler. Çok sevindim. Çünkü Atatürk’ü hiç görmemiştim.heyecanla Atatürk’ün geleceği Balıkesir caddesine dikildim. Bu esnada yanımda bulunan birkaç Yahudinin fısıltı ile pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmağa vakit kalmadan karşıdan birkaç otomobil göründü."Atatürk geliyor" sözü yeniden ağızdan ağıza dolaştı. Halkın "yaşa, varol!" nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi.alkışlar devam ediyor, o da halkın arasında ilerliyordu.garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı.halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu. Tam bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hareketli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü ve Ata'nın önüne atıldı. Muhafızlar mani olmak istedi. Atatürk:

- Bırakın gelsin! dedi.

Bu Musevi vatandaş, Atatürk'ün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak:

- Paşam bizi kovuyorlar.biz ne yapacağız? dedi.

Atatürk bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı.buna rağmen sordu:

- Sen kimsin?

- Ben paşam, Çanakkale Musevileri'nden Avram Palto.

- Sizi kim kovuyor? Hükümet mi? Kanun mu? Polis mi? Jandarma mı? Bana söyle? dedi.

Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı.biraz sonra kendini toparlayarak cevap verdi:

- Hayır paşam, halk kovuyor.

Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve:

- Halk isterse beni de kovar, dedi ve yürüdü.

Zaferi müteakip yaptığı seyahatte Samsun'a da uğramış, orada öğretmenlerle görüşüyordu.

Öğretmenler adını konuşanların, kendisi hakkında çok sitayişkarane sözler söyleyişlerini, sükunetle dinledikten sonra , onlara şu cevabı vermişti:

- Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı, istediğiniz gibi sevebilirsiniz.kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz! Fakat bu sevgi, sizi milli varlığınızı, bütün muhabbetlerinize rağmen herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermenize sebep olmamalıdır. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olmaz. Ben ancak vazifemi yaptım. Bana, bu ilhamı ve kudreti nereden aldığımı soruyorsunuz. cevap olarak diyebilirim ki, bu günkü uyanıklığı, düne, geçmişe borçluyuz. Geçmişte bu milletin çektiklerinden büyük bir ilham ve kudret kaynağı olamaz!.

Mustafa kemal 5. Orduda Arap ırkından olan askerlere daha özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından daha üstün tutulduklarını gördükçe müteessir oluyordu.

- Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygudan ne zaman kurtulacağız?

diyordu. Aynı ıstırabı bende duyuyordum. Yafa'da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş Makedonya Türkler'inden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolu'lu Kıt'a çavuşlarına karşı şiddetli davranıyor, yeni erlere karşı ise lüzumundan fazla müsamaha gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.

Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlattı:

- "Bir gün Makedonyalı yüzbaşı, Kıt'a çavuşlarından birini bölük kumandanlığı odasına çağırdı. Müfit'le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Daha ziyade mensup olduğu ırka hücum ediyordu.

- Sen, diyordu, nasıl olurda necip Arap kavmine mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin.

Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.

Dayanamadım.

- “Yüzbaşı efendi susunuz!” diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.

- “Yoksa fena bir şey mi söyledim?”

- Evet, çok fena hareket ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan necip olabilir, fakat senin de benim de, Müfid'in de ve çavuşun da mensup olduğumuz kavmin de büyük ve asil bir millet olduğu asla inkar edilemez bir gerçektir.

Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.

Çok yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu hakiki olay karşısında görüşü şu idi:

Bu ve buna benzer hadiseler, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.

Mustafa Kemal'in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir. Milletine:

- "Ne mutlu Türküm diyene!"

Hitabıyla seslendiği zaman, buna bütün mevcudiyeti ve samimiyeti ile inanmıştı.

Paylas