4 Ocak 1881’de, o dönem
Türk toprağı olan, Selanik’te doğdu. Annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Bey’dir.
Anne ve babasının kendisinden önce üç çocukları olmuş ama bu çocuklar ölmüştü. Yas dolu bir evde
doğmuştu Mustafa. Psikolojik açıdan ölen kardeşlerinin yerini tutan bir çocuktu. Bu yüzden de kendini
anne ve babasının kırık kalplerini iyileştiren özel bir çocuk olarak hissetti. Okul çağına
geldiğinde, annesi geleneksel eğitim veren mahalle mektebine; babasıysa çağdaş eğitim veren
bir okula gitmesini istiyordu. İlkin annesinin isteği üzerine geleneksel eğitim yapan mahalle mektebine gönderildi.
Sonra da çağdaş eğitim veren Şemsi Efendi Okulu’na. Böylece annesinin de gönlü kırılmamış
oldu. Ancak babası, O’nu çağdaş bir okula vererek yalnızca O’nun değil Türk ulusunun
da kaderini değiştirmiş oluyordu.
Babasının ölümünden sonra çok sarsıldı. Ama kendini toparlamayı
bildi. Her zaman üniforma giymek isteyen Mustafa’nın askeri okul yılları başladı. Askerliğin,
özgüvenine ve benlik duygusuna büyük katkıları oldu. Bir öğretmeni Mustafa’ya, olgunluk anlamına
gelen, Kemal adını ekledi. Parlak bir öğrenciydi; çok zekiydi. Sabahlara dek kitaplar okuyordu. Ve okumakla,
kitaplarla olan bağı ölünceye dek hiç kesilmeyecekti. Selanikli bir gümrük memurunun oğlu Mustafa’yı
Atatürk yapan sırrı “Çocukluğumda elime geçen her iki kuruştan birini kitaplara vermeseydim yaptığım
işlerden hiçbirini yapamazdım.” diyerek açıklayacaktı.
Harp okulundayken gazete çıkararak çevresindekileri etkilemeye başladı.
Ama bu yüzden tutuklandı. Bir süre hapis yattıktan sonra Şam’a gönderildi. Bu durum yakın gelecekte
zorluklar ve mücadelelerle, uzak gelecekteyse görkemli zaferlerle dolu bir meslek yaşamının başlangıcıydı.
Yüzbaşıydı ve henüz 24 yaşındaydı. Şam’daki 3 yılı boyunca sürekli okudu.
Bilgi birikimi öyle yüksek bir düzeye ulaşmıştı ki şöyle dedi : “Şu ana dek okuduğum
filozoflar arasında insanlığın iyiliği için gerçekçi çözümler sunan birine rastlamadım.”
Şam’da, “Vatan ve Hürriyet” adlı gizli bir teşkilat
kurdu. Teşkilatın parolası : “Özgürlüğün olmadığı yerde ölüm ve yıkım vardır.
Her türlü ilerleyişin ve kurtuluşun çözümü özgürlüktür.” idi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, Mustafa Kemal’den önce davranarak
1908’de, padişaha karşı ayaklandı. Devleti ele geçirerek meşrutiyeti ilan etti. Örgütünü, İttihat
ve Terakki’yle birleştirmek zorunda kalan Mustafa Kemal, “Jön Türk Devrimi” olarak anılacak bu
tarihsel olayda önemsiz bir rol oynadı. Devrimin ardından, imparatorluğun Avrupa’daki toprakları
bırakarak doğal Türk sınırlarına, Anadolu’ya çekilmesini istedi. Komite liderlerinin ciddiye
almadığı bu sav, 11 yıl sonra Misak-ı Milli olarak anılacak ve 15 yıl sonra da Türkiye
Cumhuriyeti’ne dönüşecekti.
Padişah yandaşlarının isyanı üzerine İstanbul’a
yürüyen ordunun kurmay başkanlığına atandı. Harekat Ordusu adını verdiği birliklerle
isyanı bastırdı. İstanbul’a ve Genelkurmay’a gönderdiği iki telgrafta “ulus”
ve “ulusal istenç” terimlerini kullanıyordu. O güne dek resmi yazışmalarda kullanılmayan bu
kavramlar, O’nun gelecek için öngördüğü hükümet biçiminin habercisiydi.
Kendini mesleğine adadı. Askeri kitaplar yazdı; çeviriler
yaptı. Selanik, İstanbul ve Trablus’taki görevlerinin ardından çok başarılı bir komutan
olarak nam salmaya başladı. Astlarıyla çok iyi anlaşıyordu ama üstleriyle ilişkisinin pek iyi
olduğu söylenemezdi. Yapılan hataları açıkça söylüyordu.
Sofya’ya askeri ateşe olarak atandı. Oradaki diplomatik bir
davete yeniçeri giysisiyle katıldı. Ulusal kimliğiyle gurur duyan bir subay olarak büyük hayranlık ve
saygı uyandırdı.
Avrupa’da sürtüşmeler artıyordu. Yaklaşan dünya savaşının
tehlikesinin bilincindeydi. Almanların askeri yeterliklerini ciddiye almıyordu. Tarafsız kalınmasını
istedi ama etkili olamadı. Osmanlı Devleti için yok oluş başlamıştı.
İtilaf devletleri Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’u
işgal etme kararı verdi. Bu karardan yalnızca üç gün önce oradaki tümen komutanlığına Mustafa
Kemal atanmıştı. O sıralar gözden kaçan bu atama, bir savaşın kaderini değiştirecekti.
Düşman, dünyanın o güne dek gördüğü en büyük deniz gücüyle saldırdı. Türklerden beklemedikleri yoğunlukta
bir karşı ateşle karşılaşınca geri çekilmek zorunda kaldılar. Donanma güçlendirildi.
Ama yine olmadı. Büyük ve güçlü düşman donanması, Türklerden büyük bir tokat yemişti. Sabırsızlandılar.
Boğazlardan geçebilmek için o güne dek dünyanın en büyük kara çıkarmasını yapmaya giriştiler.
Bu kez kara savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal, askerin içindeydi. Ön saflarda çarpışarak
birliklerini yüreklendiriyordu. Ya dünyaya Türk’ün gücünü gösterecek ya da ölecekti. Ölmeye hazır oluşu, “Size
ben saldırıyı emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye dek geçecek süre içinde yerimizi başka güçler
ve başka komutanlar alabilir.” sözüyle ifade buldu. Bu sırada gerçekleşen bir olay O’nu sonsuza
dek değiştirecekti. Bir bombanın şarapnel parçası kalbine isabet etti. Ancak şarapnel göğüs
cebindeki saate saplandı. Ölmemişti. Özgüveni daha da arttı. O olaydan sonra yoğun ateş altında
yiğitçe dolaşırken askerleri arasında bir efsaneye dönüşüyordu. Türk kahramanlığı
sonucu Çanakkale Savaşı kazanıldı. Görkemli İngiliz İmparatorluğu yenilmişti. İngilizlere
saldırı emrini veren Çörçil lord ünvanını yitirdi. Mustafa Kemal, Doğu cephesinde Rusları, güneydoğu
cephesinde yine İngilizleri yendi. Mustafa Kemal’in ünü bütün dünyaya yayılmıştı. Ancak Osmanlı
ve müttefiklerinin durumu öbür cephelerde bozuluyordu. Ve bu başarılar kaçınılmaz sonu engellemeye yetmeyecekti.
30 Ekim 1918’de, Osmanlı, Mondros adasında ve Vahdettin’in
imzasıyla İngilizlere teslim oldu. İtilaf devletleri ülkeyi hemen işgale başladı. Düşman
gemilerinin boğazlara girdiği gün Mustafa Kemal İstanbul’daydı.
1. Dünya Savaşı’nda yenilmeyen tek komutandı. Mondros
Antlaşmasının Türkler açısından kabul edilemez olduğunu, imzalanmaması gerektiğini
söylemişti. Boğazları imzayla geçen düşman gemilerine bakarak “Geldikleri gibi gidecekler.”
dedi. Türk kurtuluş mücadelesi Mustafa Kemal’in kafasında başlamıştı.
Türkler için tek umut ışığı, kendi bölgelerinde
işgale karşı çıkan yerel cemiyetlerdi. İstanbul’daki durumun umutsuz olduğunu gören Mustafa
Kemal, kurtuluşun Türklerin bağrından, Anadolu’dan çıkabileceğini anlamıştı.
Anadolu’daki birliklerin İngilizlere teslim olmasını sağlayacak bir komutan aranıyordu. Mustafa
Kemal, Anadolu’da bir kurtuluş harekatı başlatmak için bunu bir fırsat olarak kullandı. Olağanüstü
yetkilerle Anadolu’ya geçti. İstanbul hükümetinin bu atamadan pişman olması uzun sürmeyecekti. Çünkü
Mustafa Kemal, Türk birliklerin düşmana teslim olmasını sağlamak yerine Türk Kurtuluş Mücadelesi’ni
başlatmıştı.
Ülkenin dört bir yanı işgal altındaydı. Amasya genelgesiyle
işe başlandı. Ardından Sivas ve Erzurum Kurultayları geldi. İstanbul’a dönmesi emredildi.
Askerlikten istifa etti. İstanbul hükümetince isyancı bir general olarak görülüyordu. Padişah, Mustafa Kemal
hakkında ölüm fermanı yayımlamış, O’nun öldürülmesi için İstanbul müftüsünden fetva çıkarmıştı.
Mustafa Kemal’e ve Milli Meclis’e karşı isyanlar başladı. Padişah öldürülmeleri için
bir ordu salmıştı. Artık sivildi ve ordusu olmayan eski bir generaldi. Dünyadaki hiçbir önderin karşılaşmadığı
zorluklar içindeydi. Çaresizlikten güç aldı. Düzenli ordu kurma çalışmalarını sürdürdü. Arkadaşı
Ali Fuat’a Mustafa Kemal’i tutuklaması emredilmişti. Ali Fuat bu emri yerine getirmedi. Aynı emir
Kazım Karabekir’e iletildi. Kazım Karabekir’se Mustafa Kemal’e “Buyurun Paşam. Ben
ve askerlerim emrinizdeyiz.” dedi. İsyanlar bastırıldı. İstanbul’dan gönderilen ordu
yenilgiye uğratıldı.
Bu sırada işgal
güçleri İstanbul hükümetini Sevr Antlaşmasını imzalamaya zorlamıştı. Mustafa Kemal, Sevr’i
kabul etmediklerini bütün dünyaya ilan etti. Doğu’da Ermenilere savaş açtı ve bu savaş da kazanıldı.
Doğu toprakları sağlama alınmıştı. Batıdaysa Yunan ilerleyişi vardı. Başkomutan
oldu. Türkler, yurtlarını kurtarmak için canla başla çalışıyordu. Yunan ilerleyişi durduruldu.
Mustafa Kemal’e Milli Meclis tarafından mareşallik ve gazilik ünvanları verildi. Türk Kurtuluş Savaşı
ve Gazi Mustafa Kemal, İngilizlerin doğu sömürgelerinde örnek alınmaya başlamıştı. Mustafa
Kemal, Anadolu’ya ayak basmasından sonraki iki yıl içinde ulusal bir meclis açmış, doğu ve
güneydeki Türk topraklarını düşmandan kurtarmış, itilaf devletleri arasındaki birliği bozmuştu.
Artık yapılması gereken son darbeyi vurmaktı. Yunanlara, onların en güçlü olduğu cepheden saldırdı.
İngiliz mühendisler, Yunan mevzilerini “geçilemez” olarak tanımlamıştı. O, “15
günde İzmir’i alırız.” dedi. İzmir’in alınması 14 gün sürdü. Düşman denize
dökülmüş, Yunanların Bizans’ı yeniden kurmak olan “megalo idea”sı tarihe gömülmüştü.
Türkler, Batı Anadolu’yu da kurtarınca İngiltere hükümeti düştü. Yunanistan’da devrim oldu.
Yunan başbakanı ve bazı generaller asıldı. Sonunda krallık da devrildi.
Yurdu kurtaran Mustafa
Kemal, ülkenin en güçlü ve saygın insanıydı. O’na padişah ve halife olması önerildi. Kabul
etmedi. Kişisel çıkar peşinde değildi. O’nun başka planları vardı. Amacı, kalıcı
ve çağdaş bir ülke kurmaktı. Milyonlarca şehit verilmiş, yurt kurtarılmıştı.
Sıra çağdaş Türkiye’yi oluşturacak reformlara gelmişti.
Osmanlıda da reform yapan padişahlar vardı ama geriliği
yenen ilk önder çağdaş Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal olmuştu. “Neden ben bu kadar yıllık
bir yükseköğrenim gördükten, uygar yaşamı ve toplumu inceledikten ve özgürlüğü elde etmek için hayatımı
ve yıllarımı harcadıktan sonra cahillerin seviyesine ineyim. Onları kendi seviyeme çıkarırım.
Ben onlara değil onlar bana benzesin.” diyordu. Uygarlığa giden yol açılmıştı. Din
ile devlet işleri ayrıldı. Tekkeler kapatıldı. Kadınlara erkeklerle eşit haklar verildi.
Erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklandı. Türk kadını dünyada ilk olarak seçme-seçilme hakkına
sahip oldu.
Devrimlerden rahatsız
olanlar da vardı. Bunlar, Mustafa Kemal’e bir suikast düzenlemek istedi. Suikastçiler yakalandı. Zarar görmemişti
ancak öfkeliydi. Suikastçiyi yanına getirtti ve kendini ona tanıttı. Ben Mustafa Kemal’im beni öldürmek
istedin, dedi. Ona tabancasını verdi. Hadi ateş et, dedi. Adam, bu yiğitlik karşısında
buz kesilmişti. Cesaret edemedi. Devrim karşıtları susturulmuştu.
Mustafa Kemal bütün dikkatini
akılların gelişmesine verdi. Okuma yazma oranı %8’di. Bu durumu değiştirmek için Türk
alfabesine geçilmesini sağladı. Uzmanlar, geçiş için 5 yıl gerekir deyince Mustafa Kemal “Bu iş
ya 3 ayda olur ya hiç olmaz.” dedi. Bir kara tahtayla ülkenin dört bir yanına gidip yeni alfabeyi öğretti.
Millet Mektepleri ve Halkevleri kuruldu. Türk eğitim reformu da başlamıştı ve başöğretmen
Mustafa Kemal’di. En sevdiği insanlar ülkenin öğretmenleriydi. En sık ziyaret ettiği yerler okullardı.
Bazı başarılı öğrencileri seçip onlara burs sağlıyor ve yurtdışına okumaya
gönderiyordu.
“Türkiye Cumhuriyeti’ni
kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir.” diyen Gazi, kendini dil ve tarih araştırmalarına verdi.
Türk Dil ve Türk Tarih Kurumlarını kurarak kurumların çalışmalarına bizzat katıldı.
Soyadı yasasıyla
birlikte Mustafa Kemal’e Atatürk, Türklerin babası soyadı verildi.
1930’ların
başında Türkiye hızla gelişmeye başlamıştı. Sanayi artış hızı
yıllık ortalaması %96’dıydı. Ülke bütçesi fazla vermiş; ihracat, ithalattan fazla gerçekleşmişti.
1923-1938 yılları arasında ülkenin büyüme hızı yıllık ortalaması
% +8,92 oranında gerçekleşmiştir. Sayısız devlet adamı, Atatürk
Türkiyesi mucizesini yakından görmek üzere ülkeye geliyordu.
2. Dünya Savaşı’nın
çıkacağını 1932’de öngörmüştü. Bu tehlikeye karşı önlem olarak dış politikasını
açıkladı : “Türkiye’nin bir karış yabancı ülke toprağında gözü yoktur. Ancak
kendi topraklarının da bir karışını bile vermeyecektir.” Barışı sağlamak
için eski düşmanlarıyla dost olması gerektiğini biliyordu. Balkan ve Sadabat Paktları’yla ülkenin
batı ve doğu sınırlarını güvenceye aldı. Barış isteyen bir önder olarak bütün
dünyanın saygınlığını bir kez daha kazanıyordu.
Bütün bu üne ve çevresindeki
onca insana karşın Atatürk yalnızdı. Dahi bir insandı. Çevresindekiler O’nu yeterince anlayamıyorlardı.
Zamanının büyük bölümünü Türk dili ve tarihi çalışmalarına ayırıyordu. Kendisi artı,
eksi, çarpı, bölü, üçgen, dörtgen gibi sözcükler türetiyor. Türk dilinin gelişmesi için yoğun çaba harcıyordu.
Bir geometri ve yurttaşlık bilgisi kitabı da yazmıştı.
Atatürk mutlu olup olmadığını
soran bir gazeteciye “Mutluyum. Çünkü başardım.” yanıtını vermişti. Gerçekten başarmıştı.
Dünyada hiçbir önderin yapamadığı kadarını ülkesi için gerçekleştirmişti. Ama sağlığı
hızla bozuluyordu. Yaşamında yenilmeye mahkum olacağı tek savaşa girişmişti. Atatürk
hastaydı. Ama yine kendini değil yurdunu düşünüyordu. Aklı Hatay meselesindeydi. Bu haliyle bile Hatay
için çalışıyordu. O göremeyecekti belki ama Hatay da kurtulacak ve anavatana katılacaktı.
Ve ölüm…
10 Kasım. 1938. Perşembe 9.05. Ve yaşamın sonu. Son cümlesi
“Aman arkadaşlar dile dikkat ediniz.” olmuştu. Ölüm döşeğindeyken bile düşündüğü
Türk ulusuydu; Türk Dili idi.
Türklerin atası ölmüştü.
Ölüm onun bedenini Türk ulusundan ayırmıştı. Atatürk’ün bedeni de her insan gibi ölümlüydü. Düşünceleriyse
ölümsüz.
Sana Tanrı’dan
rahmet diliyoruz büyük Türk. Açtığın yoldayız. Gösterdiğin hedefe yürüyoruz. Çalışıyor;
çalışmayanları uyarıyoruz. Ülkün beynimizde, sen içimizde en derindesin. Gönlümüzdesin Atatürk.
H.Cem
KANIBİR
Türkbilimci