KEHANET
İtalyanlar uzun süredir elde etmek istedikleri Trablusgarp'a (Bugünkü Libya) 1911 yılında
saldırmışlardı. Osmanlı Ordusu Anavatanı'ndan uzakta çarpışıyordu. Bu sıralarda
bir grup subay da savaşa katılmak için Bingazi şehrine gidiyordu. Bunların arasında Mustafa Kemal
de bulunuyordu.
Yolda bir bedeviye rastladılar. Bu adam el falından çok iyi anladığını
söyleyerek genç subayların fallarına bakmayı teklif etti. Hepsi avuçlarını gösterdiler. Talihlerini
öğrenmek istediler. Sıra Mustafa Kemal'e gelmişti. Önce elini uzatmak istemedi. Arkadaşlarının
ısrarı üzerine O da elini bedeviye uzattı.
Sarışın subayın elini sert avuçlarına
alan bedevi, bu elin çizgilerine bakar bakmaz, yerinden ayağa fırladı ve büyük bir heyecanla haykırmaya
başladı:
"Sen padişah olacaksın... Padişah olacak ve 15 yıl hüküm süreceksin..."
Gülüştüler
ve yollarına devam ettiler...
Yıl: 1911'di...
Aradan yıllar geçti. 12 yıl sonra Atatürk,
genç Türkiye Devleti'nin Cumhurbaşkanı oldu. Cumhuriyetin 14. yılının sonlarına yaklaşıldığında
hastalığı iyice ilerlemişti. Karaciğerinin şiştiğini görenler: "İçme paşam"
dedikleri zaman, O, Bingazi yollarındaki el falına bakan bedeviyi hatırlatarak güldü: "Arap vaktiyle söylemişti...
Bizim padişahlık nasıl olsa 15 yıl sürecektir. Hesapça bu son senemizdir."
Yıl: 1938'di...
Daha
sonra yanında bulunan Fuat Bulca'ya eğilip fısıldar: "Bingazi'deki falcıyı hatırladın
mı. Bana 15 yıl hükümdarlık yapacaksın demişti... İşte 15 yıl Fuat... Vadem doldu..."
Atatürk'ün
sağlık durumunun endişe verici boyutlarda olduğunu bilen Fuat Bulca yutkunup, endişeyle O'nun yüzüne
bakar: "Siz hani falcılara inanmazdınız Paşam?"der. Atatürk bunun üzerine Fuat Bulca'nın koluna dokunup,
aynı odada bulunan Hasan Rıza ve Cevad Abbas'ı göstererek; yavaş bir ses tonuyla şunları söyler:
"Bu sırrı sakın onlarla paylaşma... Aramızda kalsın..."
NOT DEFTERİ
Erzurum Kongresi yapıldığı dönemlerde geçen bir konuşma:
"Mazhar
not defterin yanında mı?" "Hayır paşam." "Zahmet olacak ama bir merdiveni inip çıkacaksın.
Al gel."
Mazhar Müfit Kansu'nun aşağıya gidip elinde not defteriyle geldiğini görünce, sigarasından
bir iki nefes çektikten sonra: "Ama bu defterin, bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli
kalacak. Bir ben, bir sen, bir de Süreyya (Kalem Mahsus Müdürü) bileceksiniz, şartım bu..."
Paşa'nın
şartı kabul edildi. Bundan sonrasını olayın şahidi Mazhar Müfit Kansu'nun ağzından
dinliyoruz: "Öyleyse tarih koy" dedi. Koydum: 78 Temmuz, 1919 Sabaha karşı.
"Pekala yaz" diyerek devam etti.
"Zaferden sonra Hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır... Bu bir. İki Padişah ve Haneden hakkında zamanı
gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç örtünme kalkacaktır. Dört Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka
giyilecektir."
Bu anda kalem elimden düşüverdi. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme bakıyordu. Bu, gözlerin
bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli
konuşurdum. "Neden duraksadın?" dedi. "Darılma ama paşam, sizin hayal peşinde koşan taraflarınız
var" dedim. Güldü...
"Bunu zaman gösterir, sen yaz" dedi. "Beş Latin harflerini kabul etmek." "Paşam yeter,
yeter..." dedim. Biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın davranışı
ile: "Cumhuriyet ilanını başarmış olalım da üst tarafı yeter" dedim.
Defterimi kapattım.
"Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam edeceksiniz, hoşçakalın" dedim. Yanından ayrıldım. Gerçekten
gün ağarmıştı. O anda olayların beni nasıl aldattığını ve Mustafa Kemal'i
doğruladığını ve Mustafa Kemal'in beni nasıl bir cümle ile yıllar sonra susturduğunu
tarih önünde açıklamalıyım...
Aradan yıllar geçmişti...
Çankaya'da akşam yemeklerinde
birkaç defa: "Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine Erzurum'da örtünme kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek
dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defterini koltuğunun altına almış ve
bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti" demekle kalmadı, bir gün önemli bir ders daha verdi.
Şapka
devrimini açıklamış olarak Kastamonu'ndan dönüyordu. Ankara'ya geldiği zaman da otomobille eski meclis
binası önünden geçiyordu. Ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım!...
Kendisinin
yanında oturan Diyanet İşleri Başkanı'nın başında da bir şapka vardı. Kendisi
ne ise? Fakat kendisim karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Başkanına da
şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı
ve şöyle dedi: "Azizim Mazhar bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?"
Yer: Yine Çanakkale...
Çanakkale Savaşı
insanlık tarihinin kaydettiği en büyük savaşlardan biridir. 8,5 ay boyunca Boğazın iki yakası
adeta bir yeryüzü cehennemine dönüşmüştü. Bu savaşta yarım milyondan fazla asker hayatını kaybetti.
Sadece
İngiliz ordusunun kaybı 34.000 askerdi. Bu gün bunların 27.000'inin mezarı vardır. Yani kaybolan
İngiliz askerlerinin sayısı 7000 civarındadır. Fakat savaş bittikten sonra hepsi değil,
özellikle 267'si arandı durdu...
Tarih: 10 Ağustos 1915 Yer: Çanakkale Olaya Şahit Olanlar: Yeni
Zelandalı Askerler Olayı Rapor Edenler: istihkam Eri Künye No: 4/165 F. Reichard, istihkam Eri Künye No: l 3/416
R. Nevnes ve Künye Numarası verilmeyen istihkam Eri J.L. Newman Olayın Alındığı Yer: "Râtselhafte
Phanomene" Dergisi Sayı: 64
İngilizler askeri tarihlerinin en büyük yenilgilerinden birine adım adım
yaklaşıyorlardı... İngiliz komutanı Sir Hamilton, korkunç bir yenilgiye uğrayacağını
sezmiş, savaşı kazanmanın tek şansını, taze kuvvetlerle birlikte yapılacak büyük bir
saldırıda görmüştür.
Kraliyet Norfolk Alayı, taze kuvvetlerin bir parçası olarak 29 Temmuz
1915'de İngiltere'de gemilere bindirildiler. Ve Çanakkale'ye doğru yola çıktılar. Savaşta her şey
olabilirdi ama Norfolklular, Çanakkale'de başlarına gelecek olayı asla düşünemezlerdi...
Sir Hamilton,
Tekke ve Kavaktepeleri'ne bir gece karanlığında ani ve hızlı bir saldırı yapmayı planlamıştı.
Bu is için 12 Ağustos gecesi 54. Tümen ilerlemeye başladı. İçlerinde Norfolklular'ın Tugayı
da bulunuyordu. Tepelerin yamacına kadar gelecekler ve şafak sökerken saldırmak üzere hazırlanacaklardı.
Fakat, gece yürüyüşünün yapılacağı Küçük Anafartalar Ovası denilen yerde, Türk askerlerinin pusuya
yattığı zannediliyordu. Bu yüzden Norfolklular'ın bir Tümeni önden giderek yolu açmak amacıyla, l
2 Ağustos öğleden sonra harekete geçti.
Bu öncü Tümen'in ilerleyişi, tam bir bozgunla sonuçlandı.
Gelibolu Savaşı'nda İngilizlerin gösterdiği şaşkınlık ve beceriksizliğin tipik
bir örneğini verdiler. Öğleden sonra, saat 4'de topçu desteği başlayacaktı ama 45 dakikalık
bir gecikme oldu. Haberleşme hatası yüzünden gecikmeyi öğrenemeyen topçu desteği gereksiz yere, saatinden
önce ateşe başladı ve boşuna ateş gücünü harcadı.
Savaş alanı hiç incelenmemişti,
İngiliz komutanlarının, arazi hakkında bilgileri yoktu. Hedefleri hakkında tam bir karara varamamışlardı.
Haritaların çoğu son anda çalakalem çizilmişti ve yarımadanın diğer tarafını gösteriyordu.
Ayrıca Türk kuvvetlerinin gücünden de habersizdiler.
163. Tümen, gün ışığında çıplak
ovayı geçmeye çalışmanın bariz bir hata olduğunu anladığında, ancak 900 metre kadar
ilerleyebilmişti. 4. Norfolk Taburu onların gerisindeydi. Türkler'in direnci, İngilizlerin tahmin ettiğinden
çok daha büyüktü. İngiliz Tümeni'nin büyük bir kısmı yoğun makinalı tüfek atışı altında
kaldığı için, olduğu yerde çakılmıştı. Ancak sağ tarafta yer alan 5. Norfolk
Taburu daha az bir mukavemetle karşılaştığından ilerlemeye devam etti.
Esrarengiz Bulutun
İçine Doğru...
İşte, tam bu sırada, 22 kişilik Yeni Zelanda sahra birliğinin gözleri
önünde, Norfolk Alayı'nın 4. Taburu'na bağlı askerler, karşılarındaki tepeye doğru
yürümeye başladılar. Tepenin üzeri, ekmek somunu şeklinde beyaz bir bulutla kaplıydı, İngiliz
askerleri, yavaş yavaş tepeye yaklaştılar ve bulutun içinde gözden kayboldular. Bulut yüzünden askerler
görülmüyordu. Son asker de bulutun içine girdikten sonra, beyaz bulut yavaşça havalanmaya başladı ve rüzgarın
aksi yönüne doğru hareket etti. Bulutun hareket etmesiyle birlikte tepenin üstü de, görüş alanına açılmıştı.
Ama 4. Norfolk Taburu'ndan hiç bir asker tepede görünmüyordu!...
Komutan Hamilton, İngiliz Savaş Bakanı
Lord Kitchener'e gönderdiği telgrafta, olaya şöyle anlattı: "Savaş sırasında, 163. Tümen her
bakımdan üstün olduğu bir anda, çok. garip bir şey meydana geldi... Türkler'in zayıflamakta olan kuvvetlerine
karşı, Albay Sir H. Beauchamp, cesur ve kendinden emin bir subay olarak büyük bir gayretle, hızla ilerledi
ve savaşın en önemli kısmı böyle başladı. Mücadele iyice kızışmış ve
iyice karışmıştı. Albay, 16 subayı ve 250 askeriyle önüne düşmanı katmış,
hızla ilerlemesine devam ediyordu... Daha sonra bunlardan hiç bir haber alınamadı. Ormanlık bölgeye hücum
ettikten sonra gözden kayboldular ve sesleri de duyulmadı, içlerinden hiç biri geri dönmedi."
267 kişi hiçbir
iz bırakmadan kaybolup gitmişti...
Savaş sonunda bu Tabur kayıp ilan edildi. 1918 yılında
Anadolu işgal edildiğinde, İngiltere'nin ilk talebi, bu Tabur'un iadesi olmuştu. Buna karşılık
Türkler böyle bir Tabur'un varlığından haberdar olmadıklarını bildirmişlerdi.
Bu
Olayın Sonunda Yenilgi Kaçınılmaz Oldu
O gün, öğleden sonra başlayan ilerleyişin başarısızlıkla
sonuçlanması, Sir Hamilton'ın savaşı kendi lehine döndürme ümidini de yok etmişti. Böylece, 1915
yılı sonunda Müttefik Kuvvetler, geri çekilerek, büyük bir yenilgiye uğradılar. Gelibolu Savaşı,
8,5 ay sürdü ve 46.000 askerin ölümüyle sonuçlandı. O zamanın savaşları için, bu korkunç bir rakamdı...
50
yıl sonra...
Çanakkale Savaşı'nın bitmesinden 50 yıl sonra, olayın görgü tanıklarından
üç Yeni Zelandalı asker ortaya çıktılar ve çok önemli bir açıklama yapmak istediklerini bildirdiler: "Aşağıda
anlatılanlar, 12 Ağustos 1915 tarihinde meydana gelmiş garip bir olayın dökümüdür..." sözleriyle başlayan
bir rapor sundular. Raporda bu garip olayın ayrıntıları, tüm açıklığıyla anlatılmıştı.
Raporlarını: "...Olayın 50. yılında, geç de olsa, aşağıda imzası olan bizler,
anlattığımız bu olayın kelimesi kelimesine doğru olduğunu beyan ederiz" sözleriyle bitiriyorlardı...
Olaya
Dünya Basını'nda Geniş Bir Şekilde Yer Verildi
Bu savaşta hayatta kalanlar, yaşadıklarını
hiç bir zaman unutmadılar. Hatıralarını gelecek kuşaklara anlattılar. Savaşın tarihi
yazıldı. Ölenlerin, yaralıların, kaybolanların sayısı tespit edildi.
Şimdi
o yılları yaşayan çok az sayıda insan kaldı... O yıllarla ilgili unutulmayan pek çok şey
oldu... Fakat tek bir şey, özellikle unutulmadı. O da, Norfolk alayının garip bir şekilde kaybolan
askerleriydi...
İZNİK
Atatürk, 15 Temmuz 1936'da Yalova'dan Bursa'ya geçerken İznik'e uğramıştı.
Yanında Celal Bayar, Afet hanım ve daha bazı arkadaşları vardı. Afet hanını İznik'i
gezmek için Atatürk'ten izin alır. Atatürk: "Hay, hay... Gidebilirsiniz fakat asıl İznik'i göremeyeceksiniz.
Çünkü o toprağın altındadır" der.
Atatürk etrafındakilere sorar: "İznik kaç kapılıdır?"
Bir İznikli yanıt verir: "Üç kapısı vardır efendim. Bulunduğumuz yerin doğusundaki kapı,
kuzeyindeki Yenişehir kapısı, güneyindeki İstanbul kapısı..."
Atatürk'ün "Peki Batı
kapısı nerede?" diye sorması üzerine İznikli öyle bir kapının olmadığını
ve böyle bir kapıyı bilmediklerini söyler. Atatürk bir müddet susar.. Ve o konuyla ilgili başka bir söz etmez..
Konu kapanır...
Aradan seneler geçer... Biriken suları İznik Gölü'ne akıtmak için kanal açmaya
uğraşan işçiler, suların kendiliğinden boşluk bularak akmaya başladığını
görürler... Kazıya devam edilir... Sonunda toprağın altından tam teşkilatlı kurşun bir
kapıyı ortaya çıkartırlar... İşte bu kapı Atatürk'ün aradığı ve bahsettiği
kapıdır!...
9 RAKAMI
Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatında kehanetlerinin yanısıra 9 rakamının
kendisine özgü bir yeri olmuştur. Bu esrarengiz 9 rakamı onun doğumundan başlayıp ölümüne kadar geçen
süre içinde kendisini hiç yalnız bırakmamıştır.
Üstünde çok konuşulmuş olmasına
rağmen bu konunun ardındaki gizem günümüzde hala çözülememiştir... İşte Atatürk'ün yaşamındaki
9 rakamları...
19. Yüzyıl'da doğmuştur. Doğum tarihi olan 1881 yılı da 9 ve 9'un
katlarıyla ilgili bir rakamdır: 18' in içinde 2 adet 9'un toplamı, 81'in içinde ise 2 adet 9'un çarpımı
vardır. Ayrıca 1+8+8+1=18 eder ki tekrar 1+8'i toplarsak yine 9 rakamıyla karşılaşırız. 1899
yılında Atatürk İstanbul'daki Harp Okulu'na girdi. 29 Aralık 1903'de Kurmay Yüzbaşı oldu. 19
Aralık l904'de Hürriyet perver fikirlerinden dolayı Yıldız'da sorguya çekildi. 22.9.1909 tarihinde
İttihat ve Terakki'nin yıllık toplantısına Trablusgarp delegesi olarak katıldı. 9 Ocak
1912 tarihinde Trablusgarp'ta İtalyanlar'ı bozguna uğrattı. 19 Mayıs 1915'de Albaylığa
yükseldi. 89 Ağustos 1915'de Anafartalar grubu komutanı oldu. Emrindeki l9 Tümeniyle Çanakkale Savaşlarına
girdi. 29 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Komutanı Limon Von Sanders'in yerine atandı. 9.
Ordu Komutanı olarak Erzurum'a tayin edildi. 19 Mayıs 1919'da Vatan'ı kurtarmak İçin Samsun'a çıktı.
Yanında 18 kişi vardı. Kendisiyle beraber 19'u buluyorlardı... 8'i 9'a bağlayan 1919 Temmuzu'nda
askerlikten istifa etti. 9 Temmuz l919 gecesi Erzurum Kongresi'ni açtı. 19 Ekim 1919 Erzurum Milletvekilliğinin
adaylığını kabul etti. 19 Eylül 1921 'de TBMM kendisine Gazi unvanını verdi. 9 Eylül 1922'de
Başkomutan olarak yönettiği ordular ülkeyi düşmandan temizledi ve İzmir'i kurtardı. 29 Ocak 1923
tarihinde İzmir'de Uşaklıgiller'in kızı Latife hanımla evlendi. 9 Ağustos 1923'de Cumhuriyet
Halk Fırkası'nı kurdu. 9 Ekim 1923'de kendisinin önerisiyle Ankara Başkent oldu. 29 Ekim l923'de
Cumhuriyet ilan edildi. 29 Ekim 1923 gecesi Türkiye'nin ilk Cumhurbaşkanı oldu. 9 Nisan 1928'de Laiklik ilkesini
Anayasa'ya ilave etti. 9 Ağustos 1928'de İstanbul Sarayburun'da Latin harflerinin kabulünü milletine müjdeledi. 10
Kasım 1938'de Saat: 9'u 5 geçe Dolmabahçe Sarayı'nda bu dünyadan ayrıldı. l9 Kasım 1938'de cenaze
namazı Dolmabahçe Sarayı'nın tören salonunda kılındı.
Nüfus cüzdan numarası 993814B'dir.
Ortadaki 938 ölüm tarihini, geriye kalan baştaki 9 ve sondaki 14 rakamı ise ölüm saatini (9 dakikalık farkla)
vermesi bakımından oldukça düşündürücüdür.
Düşündürücü olan bir başka gelişme de bu kitabın
basılması sırasında yaşanmıştır!... Kitabın Ankara'dan gelen ISBN numarası
9 rakamıyla başlamış ve 9 rakamıyla bitmiştir!...
Uzmanların Açıklamaları
Ünlü
psikolog C. G. Jung bu tür anlamlı tesadüflere hayatı boyunca ilgi duymuş ve sürekli olarak bu meseleyi araştırmıştır.
Jung bu konuyla ilgili elde ettiği sonuçları şöyle özetler:
1- Anlamlı tesadüfler, nedensel bir
açıklamadan yoksundur. 2- Anlamlı tesadüfler, arşetipik bir temele dayanır. 3- Anlamlı tesadüfler,
şans eseri meydana gelmesi imkansız olan ve anlamlı bir şekilde bağlandırılabilen rastlantılardır. 4-
Anlamlı tesadüfler, çoğunlukla yaşantımızın bazı önemli günlerinde ortaya çıkar.
SALİH BOZOK
Yaverliğini yapan Salih Bozok O'nun uzun yıllar yanında kaldı. En büyük
sırdaşlarından da biri oldu... Aradan geçen bu süre içinde çok şeyler paylaştılar... Hatta rüyalarını
bile... Atatürk'ün Salih Bozok'a anlattığı bir rüya da, oldukça düşündürücüdür...
"Büyük bir otelin
salonunda oturuyormuşuz. Yanımda sen de varmışsın. Salonun bir köşesinde bilardo masası
varmış. Masanın başında, arkası bize dönük olan bir zat oturuyor. Tam bu sırada odanın
kapısı açıldı ve iri yarı 30 kadar adam içeri girdiler. Bunlardan biri eline bilardo masasından
bir iştaha alarak masanın önünde oturan benim teşhis edemediğim zatın omuzuna bütün kuvvetiyle indirmeye
başladı. Omzu vurulan zat ayağa kalkarak, kendini müdafaa etmekte ve 'bana niye vuruyorsun' diye hiddetle haykırmaktayken,
Salih bana göz ucu ile ne yapmak lazım gibisinden baktın.
Ben sana sakın kıpırdama manasına
gelen bir işaretle sükunete davet ettim. Bu sırada eli ıstakalı adam, bize doğru yaklaşarak
karşımızda tehditkar bir vaziyet aldı. Bu sefer Salih sen yine müdahale etmek istedin. Ben sana sus işareti
verdikten sonra, o azılı adama dönerek 'Sen kimsin ne istiyorsun?' diye sordum. Fakat adam bu suale cevap vereceği
yerde, cebinden bir tabanca çıkartarak iki kurşun sıktı. Biri bana, öteki de sana. Sonra adam bize 'Kalkın
dans edelim' emrini verdi. İkimiz de kalkıp onun huzurunda dans ettik."
Bilindiği gibi Atatürk'ün ölümünden
sonra Salih Bozok tabancasıyla intihar etmiş ancak kurtarılmıştır.
HARITA
1907 yılında Mustafa Kemal arkadaşlarıyla birlikte, ülke sorunlarını
konuştuğu bir toplantıda kendisinin çizmiş olduğu ilginç bir harita çıkartır. Orada bulunanların
anlattıklarına göre haritanın, Osmanlı İmparatorluğu'nun o zamanki sınırları
ile hiç bir ilgisi yoktu. O zaman hiç bir anlam verilemeyen bu harita, şimdiki Türkiye Cumhuriyeti'nin Haritası
idi.
Haritada bugünkü sınırlarımıza uymayan sadece küçük bir fark vardı: Atatürk'ün bizden
ayrılmasını istemediği ve bir türlü razı olmadığı Kerkük'ü de Türkiye topraklarına
katmıştı. Daha sonraları Kurtuluş Savaşı kazanılınca, İsviçre'de yapılan
Lozan Antlaşması ile Türkiye Kerkük'ten çıkan petrol hakkını satmak zorunda kalmıştır.
Mustafa
Kemal geleceği bilme gücüne sahip olmasaydı bu haritayı çizebilmesi mümkün değildi. Haritanın çiziliş
tarihi olan 1907 yılında henüz daha II. Abdülhamit Osmanlı İmparatorluğu'nun padişahıydı.
Gittikçe güçsüzleşen Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarında gözü olan ülkeler, saldırıya
geçmek için uygun zamanı beklemekteydiler.
1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp'a saldırırlar.
Osmanlı devleti onunla ilgilenirken, bir yandan da İtalyanlar oniki adayı işgal ederler. Arkasından
Balkan Savaşı kopar. Osmanlılar'ın eski komşuları Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ
ve Yunanistan birleşerek saldırıya geçerler. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti
İtalyanlar ile antlaşma yapar. Ve Trablusgarp'ı bırakmak zorunda kalır. Bu sırada Balkan Devletler'i
Edirne'yi alır. Daha sonraları birbirlerine düşen Balkan Devletleri'nin bu durumundan faydalanın Osmanlı
Devleti Edirne'yi geri alır. 1913 yılında imzalanan "Bükreş Antlaşması" ile Osmanlı Devleti
Trakya ya kadar geri çekilir...
Atatürk'ün çizmiş olduğu haritanın bir bölümü böylelikle gerçekleşmiş
olur... Daha sonraları çıkan Birinci Dünya Savaşı sonunda birçok topraklar kaybedilmiştir. Arkasından
da Anadolu da işgal edilince, düşman esareti altında yaşamamak için başlatılan Kurtuluş
Savaşı sırasında ilk önce Türkiye'nin bu günkü Doğu sınırı çizilir. Bunu, Güneydoğu
illerimizin bu günkü sınırının çizilişi izler. En sonunda düşmanın İzmir'den denize
dökülmesiyle birlikte; Türkiye Cumhuriyeti'nin, 1907'de Mustafa Kemal tarafından çizilen harita ortaya çıkar.
Bütün
bu gelişmelerden sonra şunu kesin olarak görüyoruz ki, Mustafa Kemal çıkacak savaşları sonuçlarıyla
birlikte bilmekteydi. Yıllar öncesinden çizmiş olduğu harita bunun en büyük kanıtıdır.
UÇAK
Mustafa Kemal Atatürk, son Osmanlı Padîşahları'ndan olan Mehmet Reşat ile
Almanya'ya gitmişti. Askeri üsler gezilirken, bir askeri üsse şereflerine uçaklarla gösteriler yapılacaktı.
Birinci Dünya Savaşı öncesi 1910 yıllarında uçaklar az çok gelişme göstermişti. Askeri üsse
gösteri yapacak olan uçaklardan birine de Atatürk'ün binmesi kararlaştırılmıştı.
Planlanan
törende zamanı gelince Atatürk, uçağa doğru ilerlemeye başladı... Ancak bir anda geri dönerek uçağa
binmekten vazgeçtiğini söyler. Bütün ısrarlara rağmen Atatürk fikrinden vazgeçmez. Onun yerine bir Alman subayı
uçağa biner. Uçak havalandıktan bir müddet sonra arızalanarak düşer.
İçindeki Alman subayı
ölür!... Atatürk uçağa niçin binmek istemediğini açıklanamamıştır. O sadece içindeki sese her
zaman olduğu gibi kulak vermiş ve mutlak bir ölümden dönmüştür.
SAAT
Çanakkale Savaşları sırasında düşman ordularının hücumlarına
karşı Conkbayırı ve Kocatepe'de yaptığı savunmalarla düşmanı durduran ve sonra
onları mağlup etmeye başlayan Mustafa Kemal İstanbul'un düşmesini engellemiş oluyordu...
Savaşın
en kızgın olduğu günlerden birinde Mustafa Kemal yanında bulunan Yaveri ve yakın arkadaşı
Nuri Conker'e emirlerini verirken, bu sırada patlayan bir mermi parçası onun kalbinin üzerine isabet eder...
Nuri
Conker: "Eyvah vuruldunuz Paşam!..." diye bağırınca, Mustafa Kemal hemen: "Öyle bir şey yok, aldığınız
emri derhal yerine getiriniz" der. Aslında Nuri Conker'in gördüğü doğruydu. Bir mermi parçası O'nun tam
kalbinin üzerine çarpmış fakat büyük bir mucize eseri cebindeki saate rastlamıştı. Birkaç santim
sola ya da sağa isabet etse Mustafa Kemal'in kurtulabilmesi mümkün olamayacaktı. Fakat saat parçalanmış,
Mustafa Kemal'in hayatı ise kurtulmuştu...
CELAL BAYAR
Cumhurbaşkanlığı yaptığı süre içinde krallardan, devlet adamlarına
kadar birçok kişi ile görüşen Atatürk, gelecek yıllarda politikada üst düzeylere kadar çıkacak olan kişiler
için de zaman zaman bazı kehanetlerde bulunmuştur...
Atatürk Celal Bayar'ın bir gün ülke yönetimine
geleceğini de çok önceden söylemişti... Atatürk, yanında Bakanlarla birlikte trenle bir yurt gezisine çıkmıştı.
O yıllarda Türkiye ekonomisini kurtarmak için çalışmalar yapan Celal Bayar da geziye katılanlar arasında
yeralıyordu. Tren bir mola sırasında durmuştu. Atatürk'ün gözleri bir ara Celal Bayar'ın üzerinde
durdu...
O sıra bir düşünce alemine daldığı belli oluyordu... Sonra birden yanındakilere
dönerek şöyle konuştu: "Şayet bu memlekette bir gün kansız ihtilal olacaksa ve bu ihtilale biri liderlik
edecekse, o adam Celal Bayar olacaktır."
Sonra başka bir konuya geçen Atatürk'ün bu sözlerini dinleyenler
hiç bir şey anlamamışlardı... Olay unutulup gitti... Aradan uzun yıllar geçti... Ve aradan geçen
yıllar Atatürk'ü bir kez daha haklı çıkardı. Tutucu ve bağnazların desteklediği Demokrat
Parti 1950'de iktidara geldi. Adnan Menderes Başbakan olurken, Demokrat Parti'nin liderliğini yapan Celal Bayar
Cumhurbaşkanı oldu...
YER ÇANAKKALE
İngilizler Çanakkale'de Anafartalar grubunu mağlup edip de cepheyi sökemeyince yeni
bir harekete giriştiler. Cepheyi sağdan çevirmek istediler. Düşmanın planını bozmak için Kireç
Tepe'yi tutmak lazımdı. Ancak oraya giden tek bir dar yol, harp gemileri tarafından makaslama ateş altında
tutuluyordu. Her an 38'lik gülleler korkunç patlayışlarla ortalığı alt üst ediyordu. Bir insanın
değil, kuşun bile geçmesine imkan yoktu...
Kireç Tepe'yi tutmak emrini alan askerler, bulundukları yerden
çıkmakta tereddüt içindeydiler. Fırsat gözlüyorlardı... Fakat düşmanın ateşi bir an bile kesilmiyordu.
Atatürk bu hali görünce siperlere koştu. Askerlerin arasına karıştı ve sordu: "Niçin geçemiyorsunuz?"
İçlerinden
biri cevap erdi. "Düşman ölüm saçıyor, geçilemez." Bunun üzerine Mustafa Kemal zerre kadar korku ve tereddüt göstermeden:
"Oradan böyle geçilir..," dedi ve ileri fırladı.
Askerler durur mu, onlar da Kumandanları'nın arkasından
ileri atıldılar. Toz duman ve ölüm kasırgasını yaran askerler karşıya vardılar ve
tepeyi tuttular. Mustafa Kemal'in ve yanındaki askerlerin vurulmadan o dar geçitten nasıl geçtikleri hiç bir zaman
anlaşılamamıştır.... Sevgili okuyucular bu sadece bir kahramanlık öyküsü değildir. Bu kahramanlığın
ötesinde büyük bir mucizedir... Ve normal şartlarda açıklanması mümkün değildir...
ANNESİNİN ÖLÜMÜ
Latife hanım İzmir'de Uşşakizadeler'in köşkünde kalıyordu. Hastalığına
iyi gelsin diye Zübeyde hanım İstanbul'dan oraya gitmişti. Ancak ne var ki, rahatsızlığı
artan Zübeyde hanım Uşşakizadeler'in evinde oğluna hasret vefat eder. Latife hanım ve Yaveri Salih
Bey; Paşa'ya annesinin ölümünü nasıl bildireceklerini kara kara düşünmekteydiler. Çünkü O'nun dünyada en sevdiği
insan olan annesinin ölümünden büyük bir üzüntü duyacağını bilmekteydiler...
Annesinin ölümünden habersiz
olan Mustafa Kemal, aynı saatlerde trenle çıktığı Yurt gezisinde uyumaktaydı. Gecenin ilerleyen
saatlerinde gördüğü kabus gibi rüya yüzünden kan ter içinde uyanır... Bir sigara yakar ve zile basarak kompartımanındaki
hizmetine bakan Ali Çavuş'u çağırıp: "Gördüğüm rüya canımı sıktı..." der.
Ali
Çavuş: "Hayırdır Paşam" deyince Atatürk de rüyasını anlatır: "Pek hayır olacağa
benzemiyor... Kırlık bir y er dey misiz. Her taraf yeşillik. Birden bire bir sel geliyor, annemi alıp
götürüyor. Endişe ediyorum. Yaverlere söyle, İzmir'e telgraf çekip annemin sağlık durumunu sorsunlar..."
...
Ve acı haber, kısa bir süre sonra Yaver Salih'in yolladığı şifreli telgraf ile gelir. Atatürk
telgrafın şifreli olduğunu derhal anlayarak: "Annem öldü değil mi?" Ali Çavuş üzgün bir şekilde
telgrafı uzatır: "Başınız sağ olsun Paşam."
Gözleri yaşla dolan Atatürk: "Bana
malum oldu... Bana malum oldu... Bunun kabusunu gördüm ben... Anam... Zavallı çilekeş anam... Benim anam öldü başka
analar sağ olsun..." diyerek koltuğuna çöker.
Ne yazık ki annesinin cenaze törenine katılamaz ve
Yurt gezisini kesmeden, içi kan ağlayarak vatan hizmeti için yoluna devam eder...
EFSUNLU KEMAL
Mustafa Kemal yönettiği savaşlarda cephenin ateş altında sık sık
dururdu. Siperleri dolaşarak hatta bazen öne çıkarak askerlerin moralini yükseltmeye çalışır, tüm
gelişmeleri yakından takip ederdi.
Atatürk'ü karalayan bir yazar olarak bir hayli eleştirilen ve bir
zamanlar kitabı Türkiye'de yasaklanan H.C. Armstrong bile "Bozkurt" adlı kitabında Mustafa Kemal'in mucizevi
bir şekilde vurulamadığından bahseder:
Bir keresinde yeni kazılmış bir siperin dışında
duruyordu. Avcılarımızın yoğun ateşi altındaydı. Bir İngiliz Bataryası da
o sipere ateş açtı. Toplar menzili ve hedefi buldukça şarapneller gitgide daha yakınlarına düşmeye
başladı. Vurulması matematiksel olarak kesindi. Kurmayları sipere girmesi için yalvarmaya başladılar.
Dürbünle görüyorduk. Fakat o sigara yakıp gayet sakin bir şekilde sigara içmeye başladı. Ne yakınında
patlayan şarapneller, ne de yoğun avcı ateşi Mustafa Kemal'e bir şey olmuyordu. Çünkü O'nu vuramıyorduk.
O,
zaman zaman eline bir tüfek alıp yoğun ateş altında, siperden dışarı çıkıyor,
Avustralya siperlerine dikkatli, telaşsız ve isabetli atışlar yapıyordu. Bu kısa menzilde bile
avcılarımız onu vurmayı başaramıyorlardı. Vurulmuyordu... Onu vuramıyorduk...
Bu
inanılmaz gerçeği büyük bir şaşkınlıkla kaleme alan Armstrong, sonra şöyle devam ediyor:
Sonra duyduk ki, Mehmetçik adı verilen Türk Neferleri bu inanılmaz olayı gördükten sonra Mustafa Kemal'e bir
isim takmışlar: "Efsunlu Kemal..." Bu isim askerlerimizin moralini bozmuştu. Gelip soruyorlardı:
"Karşıdaki
Türk Birliği'nin komutanı kim? O mu?" "Hayır... Hayır..." diyorduk, "O değil, O burada değil,
sakin olun..."
RUSYA
Kurtuluş Savaşı sırasında en büyük desteği Rusya'dan alan Mustafa
Kemal, savaş sonrasında ise ilişkilerini belli bir düzeyde sürdürüyordu. Çünkü Lenin'den sonra iktidarı
ele geçiren Stalin, Rusya'yı keyfi bir şekilde yönetiyordu...
Yıl: 1936...
Atatürk her zamanki
gibi Çankaya'daki akşam yemeklerinde ülkenin sorunlarını konuşurken, masadakiler sık sık Paşam,
Ruslar şöyle ileri adımlar atıyor, ekonomide, sanayide, askeri alanda şöyle başarılı oluyorlar
diye anlatıyorlardı.
Atatürk bunun üzerine yemeği bırakıp masanın üzerindeki içinde meyvelerin
bulunduğu tabağı alıyor ve yere alacakmış gibi yapıyor. Masadakilere: "Eğer bunu yere
bıraksam kaç parça olur?" diye soruyor.
"40 parça olurdu Paşam" diyorlar. "Hayır..." diyor Atatürk,
soruyu yine tekrar ediyor, aynı cevabı alıyor. Bunun üzerine: "Bilemediniz..." diyor. Ve devam ediyor: "Biraz
sabredin... Yurtta Sulh, Cihan'da sulha sarılın. Çünkü 60 yıl sonra Rusya 60 parça olacak. Bu nesil Bolşevik
İhtilali yaptı. Kan kussa, kızılcık yedim der. Oğulları da babalarının istikametinde
gider. Ama ondan sonraki nesil Rusya'yı 60parçaya böler..."
Şimdi Atatürk'ün bu sözleri söylemiş olduğu
1936 yıllarını şöyle bir hatırlayalım... Henüz daha II. Dünya Savaşı çıkmamış
ve Rusya büyük bir güç olmamışken, bu sözler söylenmiştir. Yani inanılacak gibi değil ama 1936'da
1990'ları anlatmıştır. Bunun tek bir izahı olabilir. Bu normal şartlarda açıklanabilecek
bir mesele değildir. Eğer Atatürk'ün geleceği görebilen "Üstün Sezme Gücü" olmasaydı, böyle bir kehanetti
bulunabilmesi mümkün olamazdı...
Gerçekten de Rusya'daki parçalanma, Atatürk'ün söylemiş olduğu gibi
üçüncü nesilde meydana gelmiştir. Atatürk 1936 yılında Rusya'nın parçalanacağını söylerken
ayrıntılı açıklamalarda da bulunmuştur:
"Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur,
müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat, yarın ne olacağını kimse bugünden
kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir,
ufalanabilir. Bu gün Rusya'nın elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya
yeni dengeye ulaşabilir, işte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idaresinde
dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız.
Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl
hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak... Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür.
Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihîmiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını
bekleyemeyiz, bizim onlara yaklaşmamız gereklidir."
"Rusya bir gün dağılacaktır. O zaman Türkiye
onlar için örnek bir ülke olacaktır" diyen Atatürk kehanetlerine şöyle devam eder: "Türkiye 21. Yüzyılı
şekillendiren Avrasya için bir kilit ülke konumundadır. Onlar bizi örnek alacaklardır. "
Atatürk'ün
Türk Cumhuriyetleri için söylediği kehanetleri onaylayan Genel Kurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir;
4 Mayıs 1998 tarihli Sabah Gazetesi'nde "ATATÜRK GERÇEĞİ 65 YIL ÖNCE GÖRDÜ" başlığı ile
yayınlanan demecinde şunları söylemiştir:
"Yeni Atlantik Girişimi toplantısında
konuşan Orgeneral Bir, Türkiye'nin dış politika hedeflerini ve NATO genişlemesinin bölge dengeleri üzerindeki
etkisini anlattı. Türkiye'nin artan önemine dikkat çeken Bir, "Türkiye 21'inci yüzyılı şekillendiren Avrasya
için bir kilit ülke konumundadır. İlginç olan, Mustafa Kemal Atatürk'ün bu gerçeği 65 yıl önce görmesidir'
dedi. Orgeneral Çevik Bir, Atatürk'ün SSCB'nin günün birinde dağılacağına ilişkin sözlerini de hatırlatarak,
Türkiye'nin diğer Avrasya ülkeleri için iyi bir model olduğunu kaydetti."
NOSTRADAMUS
Almanya ile birlikte, Birinci Dünya Savaşı'na giren Osmanlı İmparatorluğu
her şeyini kaybetmiş durumda idi. 30 Ekim 1918'de imzaladığı Mondros mütarekesi ile Türk topraklan
işgale uğruyordu. Kısacası, Osmanlı İmparatorluğu topraklarını kaybettiği
gibi yavaş yavaş tarih sahnesinden de silinmeye başlamıştı...
İstanbul'un işgal
edildiği günlerde, İstanbul'a dönen Mustafa Kemal düşman zırhlılarını Dolmabahçe önünde
gördüğü zaman büyük bir üzüntüye kapılmış ve ağzından sadece şu sözler dökülebilmişti:
"Geldikleri gibi gidecekler..."
Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Mudanya mütarekesi imzalandı.
Bunu Lozan Antlaşması izledi. İstanbul'u işgal eden kuvvetler geldikleri gibi gittiler.
İşin
ilginç tarafı, 16. Yüzyılda Fransa'da yaşayan ünlü kahin Michel Nostradamus'un da bu konuyla ilgili bir kehanetinin
bulunmasıdır!...
1555 yılında yayınlanan ve Nostradamus'un tarihi olaylar, savaşlar ve
keşiflerle ilgili kehanetlerinin açıklandığı "Centurien" isimli kitapta Mustafa Kemal Atatürk'ten
de bahsedilmiş ve yukarıdaki konuyla ilgili bir kehanete yer verilmiştir. İnanılmaz kehanet şu
dörtlükten oluşmuştur:
Kongre başkanını tutan devlet adamları İşgal kuvvetlerince
sürülecek Malta'ya Girilmiş İstanbul'a alınmış Rodos Adası Ama geldikleri gibi gidecekler
sonunda
Bu dörtlükte Nostradamus, yüzyıllar öncesinden geleceği görerek, Türkiye'yi, Kurtuluş Savaşı'nı
ve Mustafa Kemal Atatürk'ü bilmiştir.
Dörtlüğün sonunda geçen: "Ama geldikleri gibi gidecekler sonunda" sözüyle;
Atatürk'ün: "Geldikleri gibi gideceklerdir" sözünün de bu kadar büyük bir benzerlik oluşturması da ayrıca üzerinde
durulması ve düşünülmesi gereken bir rastlantıdır.
4 Eylül 1919'da hatırlanacağı
gibi Sivas Kongresi toplanmıştı. Kongre Başkanlığı'na, işgal kuvvetlerine ve İstanbul
Hükümeti'ne karşı açıkça tavır alan Mustafa Kemal seçilmişti. Kurtuluş Savaşı'nı
ve Atatürk'ü destekleyen İstanbul'daki mecliste olan milletvekilleri de işgal kuvvetlerince Malta Adası'na
sürgüne gönderilmişti. Bu hatırlatmanın ışığında yukarıdaki dörtlük tekrar okunacak
olursa, işin içinde bir şeyler olduğu daha iyi anlaşılacaktır...
SUİKASTÇI
İttihat ve Terakki'nin adamları, Mustafa Kemal'i artık can sıkıcılıktan
çok, tehlikeli bir kimse olarak görmeye başlamışlardı. Sonunda kendisini öldürtmeye karar verdiler. Ve
bu iş için de genç bir subayı görevlendirdiler.
Suikastı üstlenen genç subay bir bahaneyle Mustafa Kemal'in
odasına gelerek kendisiyle konuşmaya başladı. Mustafa Kemal kendisiyle konuşan subayın gözlerine
bakar bakmaz o eşsiz ön sezişiyle karşısındakinin niyetini anlayıverdi...
Çekmecesinin
gözünden tabancasını çıkartarak sert bir şekilde masanın üzerine koydu. Karşısındaki
subayla konuşmasını sürdürdü. Ve kendisini bu düşüncesinden konuşarak vazgeçirdi. Sonunda genç subay
gerçeği itiraf etti.
Daha sonra da kendisine suikast düzenlenen Mustafa Kemal; yıllar sonra 1926 yılında
bu konuyla ilgili İzmir'de kendisine sorulan bir soruya karşılık, şöyle diyordu: "Ben kendi kendimin
koruyucusuyum..."
|