bilin.gif

ANILAR GEÇIDI
ERMENI OLAYLARI
ATATURK'TEN ANILAR
BILIYORMUSUNUZ?
ISTIKLAL MAHKEMELERI
ATATURK

Sene 1938, 10 Kasım...

İstanbul Üniversitesi’nde saat 9'u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir alman profesör var, Hukuk Fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer:

- Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?

- Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.

İşte o zaman alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:

- Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki... der.

Mustafa Kemal Paşa Sivas'ta Heyet-i Temsiliye (Temsilciler Kurulu ) Karargahı'nda, Samsun'a gidişini Kılıç Ali'ye şöyle anlatmıştır (Ekim 1919):

- “Ben tasarladığım programımı Şili’deki evimin bir köşesinde oturarak ve birtakım pestenkerani anasırla görüşerek tatbik edebileceğime kani olmadığım içindir ki doğrudan doğruya milletle temasa gelmek istedim. Cevherini çok ala bildiğim ve çok sevdiğim milletimizin içinde ve onunla birlikte hareket etmeyi daha faydalı, hatta çok lüzumlu gördüm. Senelerden beri ıstırap içinde bulunan Anadolu’nun derhal varlığına karışmak elbette ki daha salim bir düşünce idi. Bundan dolayı 3. Ordu Müfettişliğine tayinimi temin ettim ve seyrisefainin küçük bir vapuruna binerek karargahımla birlikte alelacele yola çıktım. Bazı dostlarım bana İngilizlerin yolda gemiyi batırması ihtimali olduğunu söyledikleri halde kulak asmadım, kıymet vermedim.

Hareketimiz gecesini, Karadeniz'de büyük bir fırtına içinde geçirdik. Korkunç bir fırtına!küçük vapur bazen mukavemetini kaybediyor, sulara dalıp gidecekmiş tesirini veriyordu. Bir aralık kaptan köprüsüne çıktım. Kaptana "nasıl bir rota takip ediyorsunuz" diye sordum.

Kaptan bana:

- “Muntazam bir rota takip etmek imkanı yok. Allah'a sığındık, gidiyoruz!" deyince:

- Niçin böyle gidiyoruz diye sordum. Kaptan:

- “Paşam, hareket için iki gün evvel emir verdiler. Gemiyi gözden geçirdim. Birçok noksanları vardır. Kalkamam dedim. Fakat kimseye dinletemedim. Pusulası yok, paraketesi bozuk, bu vaziyette rota mevzubahis olabilir mi? Cevabını verdi."

Paşa bize bunları anlattıktan sonra şunları ilave etti:

- “Bizi böyle bir gemi ile yola çıkarmak bir cinayetti ve muhakkak bir ölüme göndermekti. İstanbul'daki temaslarımdan, gizli faaliyetlerimden ürken, endişeye düşen Ferit Paşa hiç şüphesiz ki bu cinayeti bilerek intikap etmiştir. "

Hakikaten paşa bu görüşünde yerden göğe haklıydı. Nitekin Samsun'a ayak basar basmaz kendisine verilen telgraflarda bazı talimat olarak tekrar dönmek üzere İstanbul'a bir an evvel avdeti isteniyordu. Hatta bir bakımdan geminin rota takip etmeyişi, pusulasız oluşu hayırlı olmuştu. Çünkü geminin ya yedeğe alınıp getirilmesine, yahut batırılmasına memur edilen bir İngiliz torpidosu sırf muntazam bir rota takip edilmemesi yüzünden gemi ile karşılaşamamış, izini kaybederek vazifesini yapamamıştı.

Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan Anadolu'ya geçişini bize anlatırken gözleri parlayarak bütün heybetiyle memleket için yegane kurtuluş çaresinin milli birliğin muhafazası olduğunu ve içinde yaşanılan felaketlere bu birlikte mukavemet edilerek milletin ancak bu sayede kurtulabileceğini, milletle beraber behemehal ve mutlaka bu gayeye varacağı kanaatini izhar ediyordu."

İstanbul'un işgal günleri; başta General Harrington olmak üzere bir kısım işgal kumandanları Pera Palas Salonu’nun bir köşesinde otururlar. Mustafa Kemal nedense dikkatlerini çeker. Kim olduğunu soruşturdular. Mustafa Kemal denir. Onlar için Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nın en ünlü şahsiyetlerinden biridir. Yabancı dillerde Çanakkale Harpleri’nden bahseden ve daima Mustafa Kemal'in isminde düğümlenen kitaplar, yazılar, o zaman bile bir kitaplığı doldururdu.

Kendisine haber göndererek masalarına davet ederler. Ama Mustafa Kemal'in cevabı hem nazik, hem kesindir:

- Burada ev sahibi olan biziz. Kendileri misafirdirler. Onların bu masaya gelmeleri gerekir.

DOĞRUNUN AŞIĞIYDI

Dil kurultayı toplanmak üzereydi. Kurultayı hazırlayanların ricası üzerine, Hüseyin Cahit de dil davasına dair fikirlerini, mütalaalarını yazmış göndermişti. Fakat bu fikirler aşırı kurultaycıların düşüncelerine uymuyordu. Hüseyin Cahit, öteden beri olduğu gibi Türkçe’yi sadeleştirmek ve konuşma diline yaklaştırmak gibi, özelleştirme zorlamalarına, hele konuşma dili kelimelerine dokunulmasına taraftar değildi.

Hüseyin Cahit'in bu yazısını Atatürk'e de okuyan kurultaycılar zaten bir takım siyasi sebeplerle aralarının açık olduğunu fırsat bilerek.

- “İşte dil davasını baltalıyor. Dil meselesine askerlerin karışmaya hakkı yoktur!..." diyor, şeklinde kışkırtıcı telkinlerde bulunmuşlardı.

Bunun üzerine Atatürk, kurultaycılarla, Hüseyin Cahit'in karşılaştırılmalarını ve büyük toplantıda, iki tarafında, davalarını savunmalarını istemişti.

Ve o gün, kurultaycıların, Hüseyin Cahit karşısında bocaladıklarını gören Atatürk, bizzat kendisinin de benimsediği davanın sarsılır gibi olduğunu görünce, Dolmabahçe sarayının bir odasında hasta yatmakta olan en kuvvetli taraftarlarından, meşhur dilci Samih Rıfat'ı çağırtarak: "bütün kuvvetini toplayıp, cevap vermesini" rica etmiştir.

Samih Rıfat da, kendine has kuvvetli belagatı ve olanca kuvvetiyle davayı müdafaa etmiş, kurultaycılarda, mütemadiyen alkışlayarak, işin sonunu getirdiklerini kanaat ederek toplantı sonunda da Atatürk'e:

- “Paşam, Hüseyin Cahit işte bu gün bitti. Artık öldü. Davayı kaybetti!... " diye sevinçlerini izhar etmişlerse de, Atatürk'ün hiç bir sesi çıkmamıştı.

Ancak, biraz sonra, kendi aralarında toplandıkları zaman, Atatürk, duvardaki karatahtayı göstererek kurultaycılara hitapla şöyle demişti:

- Hüseyin Cahit Bey ne yaptı, biliyor musunuz? Nasıl sınıfta hoca karatahta üzerine bir şeyler yazar, sonra onları silgiyle siler... İşte, hepimizi böyle silgiden geçirdi!...

Atatürk yenilmeyi hiç sevmeyen bir insandı. Fakat, doğru karşısında, eğrinin yenilmeye mahkum olduğunu kabul ederdi. Hatta yenen hasmı olsa bile...

İŞTE TÜRK ASKERİ BUDUR!

Bir gün, Atatürk'ten Türk askeri hakkında ne düşün düğünü sormuşlar:

- Durun size bir hikaye anlatayım, dedi. Orduları kumandanı idim. Liman van Sanders Paşa da o sırada kıtalarımızı teftişe gelmişti. Hastaneden yeni çıkmış bazı askeri de her nasılsa bölüklerin arasına karıştırmışlar van Sanders:

- Canım böyle adamları ne diye buraya gönderiyorlar? diye söylenerek hasta ve cılız neferi göğsünden itti. Mehmetçik derhal yere yuvarlandı.

Alman generali davasını ispat etmiş olmanın gururu içinde:

- İşte gördünüz ya, dedi düşmek için bahane arıyormuş! Oracıkta van Sanders'e bir azizlik yapmak aklıma geldi neferin yanına sokularak;

- Ne kof şeymişsin sen... Dedim. Dikkat etsene seni yere yuvarlayan adam bizden değildi. Ne diye karşı durmadın? Şimdi tekrar yanına gelirse, sıkı dur. Gücün yetiyorsa bir kakma da sen ona vur.

Sonra van Sanders'e dönerek:

- Sizin takatsiz sandığınız nefer boş bulunduğu için yere yıkılmış. Türk askeri amir karşısında, dünyanın en uysal insanı olur. Kendisine söyleyin:"hele gelsin bak bir daha beni yere yıkabilir mi?" diyor.

Van Sanders askerlerle şakalaşmasını severdi. Gülerek aynı askerin yanına geldi. Fakat eliyle dokunur dokunmaz o mecalsiz Mehmet’ten öyle bir kakma yedi ki, derhal sırt üstü yuvarlandı. Van Sanders, Mehmetçik'in bu mukabelerine hiddet etmemiş bilakis Türk neferine karşı olan hayranlığı artmıştı. O kadar ki yerden kalkınca ilk işi gidip hasta Türk neferinin elini sıkmak oldu.

Atatürk:

- İşte Türk askeri budur!diyerek sözlerini bitirmişti.

KIRK ASIRLIK TÜRK YURDU

1923 senesinin martının onbeşinci pazar günüydü. Atatürk, Adana istasyonunda trenden inmiş;sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları:"yaşa, varol!"sesleri arasında yaya olarak şehre gidiyordu.

Yarı yolda karalar giymiş bir kadın, kalabalığı göze çarptı;sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Atatürk’ün önünde durdular, arkalarında bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın şahsın da henüz esir bulunan İskenderunlu Antakya’nın Türk olan bütün halkı; “bizi de kurtar!”diye yalvarıyordu.

Herkesin gözleri yaşarmıştı; hıçkırıklarını tutamayanlar vardı.

Atatürk'ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. Genç kızın nutku bitince, anlı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünden bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:

- Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz! dedi.

On altı yıl sonra Hatay davasının en heyecanlı günlerinde hasta ve bitkin olmasına, mutlak istirahat tavsiyesine rağmen, Hatay’a yakın olmak için tekrar Adana'ya gitti. Dört saat ayakta durmak ve çalışmak gibi olağanüstü metanet gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat Atatürk'ü kaybettik.

İsmail Habib bu bahsi şöyle bitirir:

"Hatay, Hatay!... Seni kurtaran aynı zamanda senin şehidin oldu. "

BABASININ TARLASI

Bir gün bir köylü Atatürk’ün orman çiftliği hudutları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. İhtar ettiler, dinletemediler. Bunun üzerine Atatürk’e söylediler.

Atatürk teftişe çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek:

- İşte budur! dediler.

Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü. Yaklaşınca sordu:

- Burada ne yapıyorsun?

Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle cevap verdi:

- Tarlayı sürüyorum.

- İyi ama, bu tarla senin midir?

- Değildir.

- Kimindir?

- Atatürk'ündür!.

Köylü bu cevabı vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:

- İyi ama, sen başkasının toprağını ona sormadan ve izin alınmadan sürülüp ekilmeyeceğini bilmiyor musun?

Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki:

- Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!

Atatürk'ün kaşları çatıldı ve büyük bir merak ve hayretle ona sordu:

- Bu hakkı nereden alıyorsun?

- Çok basit... Atatürk bizim babamız değil mi? İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?

Atatürk'ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu, köylünün sırtını okşadı ve;

- Haklısın!.. diyerek uzaklaştı.

İTALYAN SEFİRİNE VERİLEN DERS

Atatürk'e ihanet edenler, o'nun birçok konuları içki sofrasında hallettiğini iddia ederler. Yalnız aşağıda nakledeceğim olay bile bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu ispata yeter:

"Habeşistan savaşının başlamasından önce, İtalya'nın Rodos'a askeri yığınakta bulunduğu günlerdeydi. Bir akşam yine Atatürk’ün sofrasına çağrılanlar onu ayakta ve balkonda gezinmekte buldular.

 - Tevfik Rüştü nerede?

- Ankara Palas'ta, bazı sefirlere bir ziyafet veriyor.

- Biz de oraya gitsek olmaz mı?

Etrafındakiler beyhude Atatürk'ü buna protokolün müsait olmadığına inandırmaya gayret ediyorlar. Fakat, o'nun kesin karar verdiği bir konudan geriye çevirmek kimsenin haddi değildir.

Otomobiller, Ankara Palas'a vardığı zaman Atatürk’ün otelin merdivenlerini sallana sallana ve yanındakilerin yardımı ile çıktığını görenler hayret ettiler. Çünkü Çankaya’da Atatürk’ün bir yudum bile içmediğini herkes biliyordu.

Sefire ziyafet verilen salona giren Atatürk, Arnavutluk Sefiri, Asaf Bey’in yakınında ve giriş çıkış kapısını iyi görebilecek bir yere oturuyor. O dakikadan itibaren salondan içeri ve dışarı kimsenin geçmesi mümkün değildir. Şimdi konuşulanları takip edelim:

Atatürk:

- Asaf Bey, gazetelerde bir takım resimler görüyorum, Arnavutlukla operet mi oynanıyor? diyor.

Bu sözleriyle o zamanlar yeni kral olan Zogo'nun sorguçlu resimlerini kastettiğini anlamakta gecikme yen sefir ne söyleyeceğini şaşırıyor. Atatürk devam ediyor:

- Cumhuriyetten ne zarar görüldü ki, Arnavutluk'ta krallık ilan edildi? Hem, takip edilen politika da tehlikelidir. İtalya'nın Arnavutluk’u Balkanlar’da bir basamak yapması ihtimalden uzak değildir.

Bunu duyan İtalyan Sefiri, mücadeleye kalkınca Ata:

- Haber aldığıma göre, Roma'da bazı öğrenciler sefaretimizin önünde mümayiş yapmışlar. Antalya'yı istemişler. Antalya sigara paketimidir ki, sefir cebinden çıkarıp atsın. Antalya buradadır. Buyurun alın!... Hem benim bir teklifim var. Eğer hakikaten böyle bir şey düşünülüyorsa Mussolini cenaplarına müsaade edelim. Antalya'ya asker çıkarsınlar. Bütün çıkarma tamam olunca savaşırız. Mağlup olan hakkına razı olur.

Sefir atılıyor:

- Ekselans bu bir savaş ilanımıdır?

Ata:

- Hayır, diyor. Ben burada bir fert olarak konuşuyorum. Türkiye savaş ilanı ancak büyük millet meclisi dahilindedir. Fakat unutmayınız ki, gerektiği zaman Büyük Meclis Türk Milleti’nin hissiyatını tercüman olmakta gecikmez.

Konuşmasının bu hali olması üzerine, İsmet Paşa'ya telefon edilir ve Ankara Palas'a çağrılır.

Atatürk de bunu haber alınca etrafındakilere:

- Hükümet geliyor, biz gidelim! diyerek Ankara Palas'ı terk eder.

- Çankaya'ya dönüldüğü zaman herkes Atatürk'ün gayet normal olduğunu hayretler içinde seyrederken Ata:

- Artık İtalya ile savaş tehlikesi yok. Rodos'a yapılan yığınak Habeşistan'a dönecektir!

Hakikaten kısa bir süre sonra Habeşistan savaşı başladı.

ATATÜRK VE LİMAN VON SANDERS

Mustafa Kemal Arıburnu kumandanıdır. İngilizler Anafartalar'a çıkmışlardı. Vaziyet buhranlı ve çok tehlikeli idi. Mustafa Kemal, Başkumandan Vekili Enver Paşa'ya doğrudan doğruya müracaata mecbur kalıyor. Kendisini tatmin eden cevap alamıyor. O sırada karargahı Yalova' da bulunan Liman von Sanders Paşa telefonla Mustafa Kemal’i arıyor. Muhavereye delalet eden Erkan-ı Harbiye Reisi Kazım Bey'dir. Liman von Sanders'in sorduğu sual şudur:

- Vaziyeti nasıl görüyorsunuz, nasıl bir tedbir-i tasarruf ediyorsunuz?

- Vaziyeti nasıl gördüğünüzü çoktan size iblağ etmiştim. Tedbire gelince:bu dakikaya kadar çok müsait tedbirler vardı. Fakat bu dakikada bir tek tedbir kalmıştır.

Liman von Sanders Paşa soruyor:

- O tedbir nedir?

Cevap katidir:

- Bütün kumanda ettiğimiz kuvvetleri tahtı emrine veriniz. Tedbir budur.

Cevap müstehzidir:

- Çok gelmez mi?

- Az gelir,

Ve telefon kapanıyor.

Pek kısa bir zaman sonra hadiseler, Liman von Sanders Paşa'yı kumanda ettiği kuvvetleri Mustafa Kemal'in emri altında vermeye mecbur etmiştir.

MUSTAFA KEMAL PAŞA VE YUNAN KUVVETLERİ KOMUTAN TRİKOPİS

Bütün bu taarruz esnasında Gazi'nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan Kuvvetleri Komutanı General Trikopis'in başkumandan çadırına nasıl getirildiğini şöyle anlattılar.

Trikopis, diğer esir kolordu ve fırka (tümen) kumandanları ile birlikte Gazi'nin huzuruna çıkarıldıkları vakit, hepsi çok heyecanlı ve bitkin halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi malubiyetlerin tarihte misalleri olduğunu, sevk ve idarede vazifesini bi hakkın yapmış iseler vicdanen müsterih olabileceklerini söylediği zaman Trikopis:

- “Askeri vazifemi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl vazifemi maalesef yapamadım." diye intahar edemediğini anlatmak isterken Gazi:

- “O size ait bir düşüncedir." diye sözünü kesmiş ve harita üzerinde:

- “Şurada bir fırkanız vardı. Niçin onu şuraya almadınız. Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere süreydiniz daha iyi olmaz mıydı?" gibi bazı tenkitler yapmış, Trikopis:

- “Ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat (yanındaki kolordu komutanını gösterirken) bu yapamadı!" demiş.

Bu görüşmeler olurken esir fırka kumandanı yavaşça yanında bulunan zabitlerimizden birine:

- “Bizim ile konuşan bu general kimdir?" diye sormuş zabit:

- “Başkumandan Mustafa Kemal" deyince adam hayrete düşmüş:

- “Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim başkumandan İzmir'de vapurda oturuyordu!" diyerek derdini dökmüş.

YAVUKLUM GÖNDERDİ

Bir akşam, uzun müddet didişen, uğraşan iki erden birisinin yüzünü sildiği mendil gözüne ilişmişti. Bu işlemeli ve göz alıcı yağlığı isteyerek sordu.

- Bunu nereden aldın ?

Bu ani soru karşısında şaşıran kahraman Türk çocuğu, sıkılarak cevap verdi :

- Yavuklum gönderdi, Atam !

Büyük kayıplar karşısında bile ağladığı görülmeyen, acı duygularını içinde gizleyen büyük şef, bilmem neden, o anda sarsılmıştı; dolan mavi gözlerinden iri damlalı yaşlar dökülüyordu. Erin, demin yüzünden akan terleri sildiği bu mendile o da göz yaşlarını silmiştir.

HACER NİNE

Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.

Kocasını Yemen'de kaybetmişti. Bir oğlu balkanlarda, ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının biri de büyük muharebede şehit düştü. Birisi İkinci İnönü'den dönmedi.

En son torununu da Sakarya'ya gönderdi. Bir gün haber aldık ki en son delikanlısı da Duatepe Muharebesi’nde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti.

Çok ağladı. Fakat “Sakarya kazanıldı” haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı.

Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında çarıklarını çeker, değneğini alır, Ankara'nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide Ankara'ya geldi, doğruca gitti, Büyük Millet Meclisi'nin kapısı önünde durup çömeldi.

Aradan biraz vakit geçti, sordular:"

- Nine ne istiyorsun?

- Hiç, hiç bir şey. "

- Ya neden burada duruyorsun?

- Onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum.

- O dediğin kim?

- Gazi Paşa.

Sonunda hikayesini anlattı, sonunda dedi ki;

- İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O Millet Meclisi'nden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi bebeklerinde bütün ölenlerimin gözlerini görür gibi olurum. Sonra içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.

İşte siperlerde evlat, torun gömmüş Türk Ninesi buna derler.

İKİMİZ DE "GAZİ"YİZ...

Bir tarihte Eskişehir’i ziyaretinde; yakın köylerde gezinti yaparken, asırlık çınarların gölgesine sığınmış bir köy kahvesi önünde otomobili durdurdu. Salih Bozok'a;

- Bu çınarları hatırlıyorum... Dedi; zaferden sonra bir gün yolum düşmüştü!... Eski hatıraları bir an tekrar yaşatmak için; araba dan inip, büyük bir tevazuuyla köy kahvesinin harap iskemlesine oturdu.

Biraz sonra kahveci ona, köyünün yegane ikramı olan ayranı temiz bardaklar içinde getirince “Gazi” pek memnun oldu. Yaşlı kahveciye sordu:

- Adın ne?...

- Yusuf!...

- Buralarda geçmiş harbi hatırlar mısın?...

- Nasıl hatırlamam, paşam?... Maiyetinde çavuştum!...

- Maiyetimde mi...

Bütün kuvvetlerin baş kumandanı değil miydin, paşam!... Hep emrinde savaştık.

Büyük kurtarıcı zeki köylüyü takdir etmişti. Aferin; Gazi Yusuf Çavuş!... deyince, eski asker el buğuladı:

- Estağfurullah, paşam!... Gazi sizsiniz!...

- Rütbe başka... Fakat harpten dönmüş iki asker olmamız sıfatıyla ikimiz de "Gazi"yiz!...

Ve tepside duran ayran bardaklarından birini bizzat eliyle çavuşa vermek lütfünü göstererek, ilave etti:

- Şerefine Gazi Yusuf Çavuş!...

- Şerefte daim ol paşam!...

Ağlamaktan ayranı içemeyen kahveciye, o zamanın çok parası olan bir yüzlük verip gülümsedi:

- Allahaısmarladık, silah arkadaşım!...

KONYA İSYANINDA

Konya İsyanı'nı müteakip Konya'ya gelen Atatürk sinirli ve üzgündü. Şehrin ileri gelenleriyle belediye salonunda konuşurken elindeki yanar sigarayı bir aralık iki parmağı arasına almış ve ateşi parmakları arasında ezerek söndürmüş ve şöyle demişti:

Ateş nerede çıkarsa çıksın, iki parmağımın arasında böyle ezeceğim!...

ATATÜRK VE SPOR

Bir gece Atatürk Ada'da yat kulübünde konuşurken, yanındakilerden birinin sportmen olduğunu anladı. Ona şu suali sordu:

- Spor nedir?

Muhatabı, sporu herkesin bildiği gibi tarif etti.

Gazi dedi ki:

- “Bana daha açık, bariz bir tarif bulabilir misiniz?"

Belki en güzel cevabı bulabilmek için düşünen sportmenin ufak bir tevakkufu üzerine Gazi şu hatırasını anlattı:

"Arıburnu Kumandanı idim, iki tarafın ateş hatları arasında elli altmış metre mesafe vardı. Birbirine en yakın hatlar arasında dolaşan Türk ve İngiliz keşşaflarından ikisi gecenin kara kesafeti içinde ellerindeki uzun silahları istimal edemeyecek kadar burun buruna temas etmişler. Her iki cesur keşşaf, silahlarını atmışlar doğrudan doğruya birbirini boğazlamak için ellerini kullanmak zaruretini hissetmişler.

İngiliz keşşaf yumruklarını sıkmış, boks denilen idmanı, Türk neferinin vücut ve kalbi üzerinde tatbik etmeye başlamış. Bu mahirene yumruk idmanını bilmeyen Türk neferi kalbine maddeten; vicdanına manen vurulan darbelerin tesiri altında iki elinin ötekinin boğazına uzatmış, var kuvvetiyle düşmanın gırtlağını yakalamış. Düşman neferinin boğazı iki demir pençesinin mengenesinde sıkışınca bizim nefer, boks darbelerinin iptida hafiflediğini biraz sonra zail olduğunu görmüş.

Nefer, esirini sürükleyerek benim yanıma getirdi. Gece yarısından sonra idi. Evvela düşman neferini isticap ettim.

- Ne oldu? Sen niçin buralara kadar geldin?

- Spor, cevabını verdi.

Bizimkine sordum:

- Nasıl oldu?

Nefer, esirin verdiği ilmi cevabı anlamamış olmaktan korkarak:

- Bilmiyorum, dedi. Ben birinci ilmi ve fenni değil, ikincinin cehilden ziyade edep ve terbiyesi üzerinde fazla durmadım.

- Sen sportmen misin?

- Evet, çok iyi...

- Bizim neferi nasıl buldun?

- Bilmiyor dedi.

Türk neferine döndüm:

- İşitiyor musun, senin için bilmiyor, cahildir, dedi.

Kısaca;

- Huzurumuza getirdim efendim, cevabını verdi.

Gazi devam etti:

- Ben spor nedir, diye sorulursa vereceğim cevap şudur:

- "Spor; vatanın, milletin ali menfaatlerine tecavüz edenleri gırtlağından yakalayıp memleket ve millet hadimlerinin huzuruna getirebilmek kabiliyeti maddiye ve maneviyesidir. "

OLUR ŞEY DEĞİL

Muallimler Ankara'da bir içtima yapmışlar, içtimaa iki üç muallim hanım da iştirak ederek salonda ayrı bir yere oturmuşlardı.

Muallim hanımların içtimaa gitmelerini hoş görmeyen Meclis'in sarıklıları Gazi'ye şikayete gidiyorlar.

Gazi kızarak:

- "Kimmiş Muallimler Cemiyeti Reisi? Çağırın onu!"

Ve Mazhar Müfit birkaç dakika sonra içeri girince gürleyen bir sesle çıkışıyor:

- “Siz Muallimler içtimamda ne yapmışsınız? Ne ayıp şey bu?"

Mazhar Müfit şaşakalır. Gazi'den bu hareket mi beklenirdi? Sarıklılar muzaffer bir besaretle gülüyor. Sarıklılar neşe içinde Gazi'nin sesi hep aynı tonda devam ediyor.

- "Olur şey değil olur şey değil!"

Mazhar Müfit hala ayakta ve hala ne diyeceğini şaşırmış bir halde cevap vermeye çalışıyor:

- "Efendim vallahi..."

- "Bırak bırak ben hepsini biliyorum; içtimaa Muallime Hanımlar’ıda çağırdınız. Fakat onları niye ayrı sıralara oturttunuz? Sizin kendinize mi itimadınız yok, Türk hanımının faziletine mi ? Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim, anladınız mı ?

ATATÜRK'E BİR KÖYLÜNÜN CEVABI

Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta Moskoflar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi :

- Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...

Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, balkan milletlerini “istiklal” diye kışkırtırlardı.

Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler durmadan zenginleşirlerdi.

Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.

Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:

- Bu köşk kimin?

- Kirkor'un...

- Ya şu koca bina ?

- Yargo'nun

- Ya şu ?

- Salomon'un...

Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:

- Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur:

- Biz mi nerede idik? Biz Yemen'de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağları’nda, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk paşam...

Atatürk bu hatırasını naklederken:

- Hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.

SATIN ALINMAYAN ADAM

Atatürk geçen dünya harbi başladığı zaman Türk ordusunda alman general ve subaylarına mühim mevkiler verilmesinin aleyhinde bulunmuştu. Alman mareşali falkenhayn bu gibileri itirazdan vazgeçirmek için çeşitli çarelere başvuruyordu. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa’nın yedinci ordu kumandanlığına hareket edeceği günün gecesi, İstanbul’da Akaretler'de 74 numaralı eve alman mareşalinin karargahında memur olan bir Türk kurmay subayı ile genç bir alman subayı geldiler. Ufak sandıklar içinde bazı şeyler getirdiler. Mustafa Kemal sordu:

- Bunlar nedir?

Alman subay cevap verdi.

- İstanbul'dan ayrılıyorsunuz; size Mareşal Falkenhayn bir miktar altın göndermiştir.

- Bu paralar bana yanlış geldi. Ordunun levazım reisliğine gönderilmesi lazımdı.

- Efendim, o da başka...

Mustafa Kemal paranın ne kadar olduğunu anladıktan sonra, alman subayının önünde, onları teslim aldığına dair senet imzaladı; fakat alman subayı bunu kabul etmedi. O zaman Mustafa Kemal Türk subayına emretti:

- Bu zabit bilmiyor, senedi alsın. Mareşale versin ve siz de paraları gelip alması için levazım reisliğine haber gönderiniz...

Bir kaç ay sonra Atatürk yedinci ordu kumandanlığını, vekil olarak Ali Rıza Paşa'ya bırakmış, ayrılmıştı; altınları da ona teslim ederek makbuz almıştı. Bu makbuzu iki yaverine verdi ve emretti.

- Mareşal Falkenhayn'e gidiniz; kendisini görünüz; bu makbuzu vererek benim imzamın bulunduğu kağıdı ondan alınız!

Mareşal Falkenhayn yaverine:

- Mustafa Kemal Paşa'ya böyle bir para verdiğimi hatırlamıyorum; bende imzalı senedinin bulunduğunu da bilmiyorum. Bunun için Ali Rıza imzalı kağıdı da kabul edemem! dedi. Mustafa Kemal Paşa şu haberi yolladı;

- Verdiğiniz altınlar olduğu gibi duruyor; onlar için size senet verilmiştir. Sizde böyle bir senedin bulunmayışı altınları yok edemez. Vesikayı kaybetmiş olabilirsiniz; o halde verdiğiniz altınları size iade edeceğiz; aldığınıza dair siz bize makbuz veriniz! Ben altın için memleket menfaatleri hakkında müsamaha gösterecek insanlar dan değilim. Paralarınız duruyor, fakat onlardan daha kıymetli olan Mustafa Kemal imzası sizde kalamaz!

SARIŞIN YARBAY

Atatürk, kendisini ilk görenlerin üzerinde son derece olumlu etkiler yapan bir insandı.

Çanakkale muhabereleri sırasındaydı.

O güne kadar hiç karşılaşmadığım bu yarbay tabancası belinde, dürbünü göğsünde avurtları çökük sarışın sarı bıyıkları hafifçe yukarıya doğru bükük, incecik belli ve orta boylu bir zattı.

Atından atlayınca bana bir şey sormadan ve söylemeden sağ eliyle dürbününü aldı ve ufku taramaya başladı. Eldivenli olan sol elinde gümüş kabzalı bir kırbaç vardı. Bir tarafta düşmanın yaklaşan donanmasını gözetlerken sol elindeki kırbacı ile hafif hafif getrlerine vuruyordu. Getrleri ile ayakkabılarının ve mahmuzlarının temizliği bilhassa dikkatimi çekti.

Dürbünü bir ara gözlerinden çekti. Kendimi takdim etmek fırsatını buldum. Gözlerine baktım. O güne kadar tesadüf etmediğim bir tesir altında kaldım.

O gözlerde şimşekler çakıyordu sanki... Bir iki defa daha düşman donanmasına baktı ve söylediği tek cümle şu oldu;

- Bu günkü geliş başka geliştir.

Seri bir hareketle elimi sıktı. Çabuk bir hareketle atına bindi. Dört nala uzaklaştı.

- Bu zat kimdi? diye arkasından baka kaldım. Sonra bu tok sözlü, insanı her hareketiyle tesir altında bırakan yarbayın Mustafa Kemal olduğunu arkadaşlarımdan öğrendim.

ADAM OLMAK

Bir gün mecliste, halk partisi tüzüğü konuşulduğu zaman, hoca milletvekillerinden biri kürsüde ağır tenkitlerde bulunuyordu. Tenkitler hiç de hoşa gidecek şeyler değildi.

Hoca bir aralık:

- Bu "asri" kelimesi ne demektir? deyince, Mustafa Kemal, reislik makamında oturduğunu unutarak, yukardan hatibe doğru eğilerek:

- Adam olmak demektir, hocam adam olmak... demişti.

Doğrusu bütün inkılap programının da özeti bu idi.

DÜŞMAN DA KAHRAMAN

Birgün Çanakkale’ye giden bakanlardan birine Atatürk şöyle dedi:

- Orada Mehmetçik anıtının başında şehitleri anacaksınız. Siz olmasaydınız, siz göğüslerinizi çelik kalelere karşı siper etmeseydiniz, boğaz elden gider, İstanbul elden giderdi diyeceksin.

- Evet efendim.

- Çanakkale'de yalnız bizim şehitlerimiz yok. Bu topraklar üzerinde kanlarını döken insanları da o kahraman düşman savaşçılarını da saygıyla anacaksın.

Bakanın ricası üzerine bu son söylenecekleri Atatürk'ün kendisi hazırlamıştır. Nutuk şudur:

"Bu memlekette kanlarını döken kahraman, burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz; evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evladımız olmuşlardır."

Bu nutku yabancı gazeteler haber aldıktan sonra, haftalarca, aylarca Avusturalya'dan, Yeni Zelanda'dan sevgi minnet mektupları yağmıştı.

BABALIK DUYGUSU

Düğün, o'nun varlığı ile son sınırına ulaşan bir neşe içinde geçmişti. Ata ayrılmak üzere ayağa kalkınca kendisini uğurlamak için halk iki sıra diziliverdi. Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek yavaş yavaş ilerlerken bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun başına uzattı.

Çocuğun arkasında yer alan ve anası ile babası olan çifte yavaşça seslendi: "öpeyim mi?

Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana babanın nasıl yerinde bir minnetle karşıladıkları kestirilebilir.

Atatürk çocuğu iki eliyle kaldırdı, öptü ve yere bıraktı. Fakat sahne bununla kapanmış olmadı.

Uyanık ve duygulu çocuk : "Ben de öpeyim ne olursunuz Atatürk" diye direndi.

Ata, belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran bu içten davranışı, çocuğu bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştırmakla karşıladı.

Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışlayarak kutlu kılarken, o çelik iradeli insanın da iki damla gözyaşını tutamadığını görebilmiş mi idi?

ATANIN ANAFARTALAR'DAN BİR ANISI

Atatürk Anafartalar'da düşmanı şaşkına çevirirken gerektikçe hasmının durumundan bilgi edinmek için "bir dil yakalayın!" der, Mehmetçikler de ne yapıp yapıp karşı taraftan bir asker yakalar getirirlermiş.

Bir gün getirilen dilden gerekli bilgiler alındıktan sonra ata sormuş:

- Peki, sen yeni Zelandalısın madem, Türklerden ne kötülük gördün ki vuruşmak için kalkmış ta oralardan buraya gelmişsin?

Yeni Zelandalının bunu sırf spor için yaptığını ve kendisinin sportmen olduğunu öğüngen bir tavırla söylemesi üzerine Ata:

- İyi ama, sportmenliğin ne işe yaradı? Baksana, bir erimizin önüne düşmüş kuzu kuzu buraya getirilmişsin! Deyince tutsak şu karşılıkta bulunmuş:

- Sizin eriniz spor kurallarını çok kaba bir şekilde çiğneyince ben ne yapabilirdim? Sportmen olmayan hasımlarla karşılaşacağımı bilseydim hiç gelmezdim!

Meğer Mehmetçik, Zelandalıyı en can alacak yerinden yakalayarak sıkıp bayıltmış, avını ayılıncaya dek sırtında taşımış, sonra da elini çekmeden Türk siperlerine değin sürmüş.

Ata bu öyküyü anlatır. Zelandalının sportmenlik anlayışına, Mehmetçiğin de kullandığı pratik (!) usule gülerdi.

ATATÜRK VE ADALET

Birçok kimsenin düşündüklerinin aksine Atatürk’e ve istediklerine muhalif fikir söylemek kabildi. Hatta samimi olmak şartıyla makbuldü. O’nun her dediğine kavuk sallayan ekseriye kendi samimiyetlerinden şüphe edenlerdir. Şu hikaye buna ne güzel bir misaldir.

Atatürk bir Balıkesir seyahatinde kendisine Milli Mücadele’de yakın hizmetler etmiş bir kimsenin müracaatı ile karşılaştı. Bir mevzuda haksız olarak mahkum olduğunu söyleyerek şikayet etti. Atatürk:

- “Haklısın, meseleyi ben de biliyorum” dedikten sonra refakatinde bulunan genç bir adliye müfettişini çağırdı. Mevzuu anlattı ve kararın düzeltilmesini istedi. Müfettiş hikayeyi dinledikten sonra:

- “Efendimiz, karar bütün adli sıralardan geçtikten sonra tekemmül etmiş (yetkinleşmiş). Hükmün infazından başka yapılacak kanuni çare yoktur.

Atatürk:

- “Ama ben söylüyorum bu iş haksızdır. Çünkü ben işin usulünü biliyorum, dedi.

Genç adliye müfettişi ısrar etti:

- Efendimizin bu beyanı kanun nazarında bir değişiklik yapamaz. Adliye vekaletinin de bir şey yapmasına imkan yoktur.

Ortada soğuk bir hava esti. Şimdi bir fırtına kopacağına hüküm veriliyordu. Fakat, Atatürk şayanı hayret bir sükunla sordu :

- Peki, bir adli hata olursa kanun bunun tashihini öngörmez mi?

Müfettiş:

- Yeni delille mahkemenin tekrarı istenebilir.

O vakit, Atatürk, müracaat eden zata döndü:

- Beni şahit olarak göster. Onda yeni deliller olduğunu haber aldım diye iddia et. Ben mahkemeye gider ve şahitlik ederim.

Sonra adliye müfettişine döndü:

- Size teşekkür ederim, dedi ve müracaatçıya da.

- Neden bana vaktiyle müracaat etmedin? Zamanında gelir şahitlik ederdim. Beyhude mahkemeleri de kanunu da işgal etmezdin. Her vatandaş, hatta reisicumhur dahi olsa adalete hürmetle mükelleftir.

ATATÜRK VE BABA KAVRAMI

Diyarbakır’da paşa kumandandı. Ben de emir subayı idim. Babam, Paşa’nın içtiğini duymuştu. İzinden dönerken bana:

- Bir damla bile içersen hakkımı helal etmem, dedi. Döndüm. Karargaha vardığım akşam Mustafa kemal Paşa yakın subaylarıyla sofrada oturmuş içiyordu. Bana da bir kadeh koydular. Ben içer gibi yapıp vakit geçiriyordum. O vakit baş yaveri olan Cevat Abbas, usulca Paşa’ya eğildi:

- Paşam, Nesip içmiyor, atlatıyor, dedi.

O vakit Mustafa Kemal bana döndü kadehini kaldırdı:

- Nesip şerefine, dedi.

Ben kıpkırmızı olmuştum. Paşa sordu:

- Ne o bir mazeretin mi var?

- Paşam diye cevap verdim. Sizin için canımı feda ederim, yalnız buraya gelmeden babam bana içki içmemem için yemin ettirdi de tereddüdüm odur.

Mustafa kemal o vakit:

- Bırak kadehi öyleyse, dedi. Babanın emri, benim emrimden üstündür. Seni taktir ettim. Babasına hayrı olmayanın, kimseye hayrı olmaz.

ORDU VE POLİTİKA

Meşrutiyetin ilanı üzerine hürriyeti sağlamakta az veya çok gayret göstermiş olan subaylar, kendilerini birden bire politika içine yuvarlanmış buldular. Üst ve ast arasında orduyu ayakta tutan geleneksel saygı ve disiplin de çok azalmıştı. Bir gün, çok genç bir ittihatçı teğmenin, ömrünü savaş meydanlarında geçirmiş bir tümen kumandanından bahsederken:

- Adam yüzüme dik dik baktı. Fakat ben selam vermek bile istemedim. Dediğini yakın bir arkadaşım anlattı. Ne ittihat ve terakki cemiyeti subaylara ve ne de subaylar, cemiyete söz geçirmez oldular. Genel merkez inisiyatifi kaybetti. Çünkü daha önce de anlattığım gibi ne bir programı ne de o programı uygulayacak lideri vardı. Talat (Paşa) bir gün bize:

- Vallahi, ben de şaşırdım, kaldım. Suyun durulmasını bekliyoruz demişti. Olaylardan en ziyade, müteessir olan Mustafa Kemal’di. İhtilalden önce yaptığı uyarmaların hiç bir etki yaratmamış olduğunu görmüş, teessürü büsbütün artmıştı.

Diyordu ki:

- Ordu muhakkak ve derhal siyasetten çekilmelidir. Aksi takdirde, bir kudret olmak vasfını kaybedecektir. Bu ise memleket için bir felaket olacaktır.

FİKİRLERE SAYGI

Akşam Konya Valisi İzzet Bey, Köşk’te bir ziyafet vermiş, yemeğe Konya Milletvekilleri de davet edilmişti. O zamanlar Atatürk’ün özel kalem müdürü olarak gezide bulunan Hasan Rıza (Soyak)’ın bu yemekle ilgili bir hatırasını buraya aynen alıyoruz:

Konya’da Atatürk’e, halk tarafından hediye edilmiş olan konakta - ki, şimdi vali konağı olarak kullanılmaktadır- mebuslardan bazılarının da davetli olarak bulunduğu bir akşam yemeğinde, milli mücadeleden söz açılmıştı. Sofrada bulunanlar, o zamana ait hatıralarını anlatıyorlardı. Atatürk çok neşelenmişti. Bu tatlı sohbet en hararetli noktasına geldiği bir sırada mebuslardan Refik Bey (Koraltan) Atatürk’e hitaben uzun bir nutuk vermeye koyuldu; özet olarak, “her şeyi yapan sensin, bütün varlığımızı sana borçluyuz; sen olmasaydın, başka hiç kimse, hiçbir şey yapamazdı, bundan sonra da yapamaz. Allah seni başımızdan eksik etmesin...” demek istiyordu.

Atatürk’ün neşesi kaçmış, bunalmaya başlamıştı, bahsi kapatmak istedi:

“Beyefendi,” dedi, “bütün yapılanlar, herkesten evvel Büyük Türk Milleti’nin eseridir. Onun başında bulunmak bahtiyarlığına ermiş bulunan bizler ise, ancak onun şuurlu fedakarlığı sayesinde ve fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız. Hakikat bundan ibarettir.”

Fakat Koraltan, alkolün tesiriyle coşmuştu, susmak niyetinde değildi, atıldı: “Paşam bu kadar yüksek tevazua tahammülümüz yoktur.”

Atatürk artık iyice sinirlenmişti; sesini biraz yükselterek cevap verdi:

“Efendim; müsaade buyurunuz... Ortada tevazu filan yok... Gerçeğin ifadesi vardır. Zatıalinize bir şeyi hatırlatacağım; elbette dikkat etmişsinizdir; ben önümüze çıkan meseleler hakkında, her zaman uzun uzadıya konuşur, istişarelerde bulunurum; herkesi söyletir ve dinlerim. İtiraf edeyim ki, konuşulacak meselelerin hal şekilleri hakkında vazıh bir fikre sahip olmadan müzakerelere girdiğim olmamıştır; bu konularda, ancak arkadaşlarımı yani sizleri dinledikten sonradır ki kanaate varmışımdır. Binaenaleyh tatbikatta olduğu gibi, verilen kararlarda da hepimizin hissesi vardır, bunu bilesiniz.”

Biraz sustuktan ve düşündükten sora devam etti:

“Şimdi mevzuun asıl ince noktasına geliyorum; beyefendi; içeride ve dışarıda şahsıma karşı suikastlar tertip edilmesinin sebep ve hikmeti nedir; hiç düşündünüz mü? Bu tertiplerin peşinde koşanların benimle bir şahsi alıp veremedikleri mi vardır? O da değil... Sizin sözlerinizin de onların sakat muhakemesine uygun olduğunu bilmem fark edebiliyor musunuz?

Çok rica ederim beyefendi. Eğer samimi iseniz; bu fikri kafanızdan çıkarınız. Hatta böyle düşünenlere rastlarsanız, onlara da aynı şeyi ihtar ediniz. Herkes milli vazife ve mesuliyetini bilmeli ve memleket meseleleri üzerinde o zihniyetle, düşünüp çalışmayı itiyat edinmelidir.”

Sonra sofradakilere döndü:

“Efendiler,” dedi; “Size şunu söyleyeyim ki, İnkılâpçı Türkiye Cumhuriyetini benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar, Türkiye Cumhuriyeti; her manası ile, Büyük Türk Milleti’nin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır. Şimdi rica ederim artık bu bahsi kapayalım, bir daha da tekrar etmeyelim.”

KİMSEYİ UYANDIRMAK İSTEMEDİM

İzmir zaferinden sonra trenle Ankara’ya dönmüştü. Vali daha önceki istasyonlardan birinde kendisini karşılamağa gitti:

- Nerededir? diye sordu.

- Daha giyinmedi. Dediler.

Vali Atatürk’ün ahbabı idi. Biraz teklifsizliğe vurarak kompartıman kapısına kadar gitti:

- Büsbütün çıplak değilsiniz ya efendim... dedi.

- Hayır ceketsizim.

İçeri girdi Atatürk:

- Uyuyamadım, dedi, battaniye yastık koymamışlar. Koluma dayandım, ağrıdı. Setremi yastık yapayım dedim, üşüdüm. Uyuyamadım kaldım.

- Peki ama efendim niçin haber vermediniz?

Gülümseyerek cevap verdi:

- Hepside benim kadar uykusuzdurlar. Rahatsız etmek istemedim.

 

JAPON VELİAHDINA VERİLEN DERS

Japon Veliahdı gelmişti. Büyük ve mükellef bir ziyafet sofrasındaydılar. Atatürk bir aralık Japon tarihinden söz açtı ve bir meydan muharebesini anlattı.

Japon Veliahdı hayret etmişti.

Atatürk tarihten mitolojiye geçti ve yine Japon mitolojisinden konuştu.

Veliahdın ağzı açık kalmıştı.

Söz edebiyata intikal etti. Gazi:

- Japon şiirinin dünya edebiyatında çok büyük yeri vardır... Diyerek meşhur Japon şairlerinden mısralar okudu.

Veliaht:

Bunları nereden biliyorsunuz? diye soramadı. Fakat Atatürk’ün bilgi ve hafızasına hayran kalmış, onun esiri olmuştu.

Atatürk hep böyleydi. Herkesi kendine esir ederdi. Her şeyi planlıydı. O, bütün bunları, veliaht gelmeden on gün önce tercümeler yaptırarak öğrenmiş, Japon Veliahdı’na bu dersi vermeyi ve kendine hayran bırakmayı kurmuştu.

REŞİD GALİP’İN KAFA TUTMASI

Dolmabahçe Sarayı’nda, bir akşam Dr. Reşit Galip merhum, maarif meselelerini tenkit ederken, milli eğitim bakanı Esat Bey hakkında biraz sert bir lisan kullanıyor. Atatürk:

- “Reşit Galip, Esat Bey benim hocamdır. Soframda hocam hakkında böyle konuşmanı istemem”.

Deyince Reşit Galip tereddütsüz:

- “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Vakıa biz saraydayız ama, hocanız sultan hocası değildir. Cumhuriyette tenkit serbesttir, diye başlayınca Atatürk:

- “Sofradan kalk! Emrini veriyor. Reşit Galip hiç aldırmayınca, Ata:

- “O halde ben kalkarım, diye sofrayı terk ediyor. Sofradakiler de dağılmaya hazırlanırken, yaver şu emri getiriyor:

- “Cumhurbaşkanı hazretleri kendileri varmış gibi sofranın devamını rica ediyorlar”.

Ertesi sabah Reşit Galip, Ankara’ya hareket ediyor. Fakat aradan çok geçmeden Milli Eğitim Bakanı oluyor.

LİDER VE HUKUK PRENSİBİ

Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılışında, Atatürk şu hitabede bulunmuştu:

- “Cumhuriyetin müeyyidesi olan bu ilmi müesseseyi açtığım şu anda duyduğum zevk-i maneviyi hiç bir teşebbüsümde duymadım...”

Bir akşam yemeği toplantısındaydı. Kendisinin bu sözleriyle, Nopolyon’un Saint-Helene’de sürgünde söylediği sözlerle karşılaştırmak istedim.

- “Paşam, dedim; Nopolyon da: (Hakiki zaferim, şimdiye kadar kazandığım 40’tan fazla meydan savaş değildir. Çünkü, bir zaferim var ki, onu hiçbir kuvvet silemeyecektir. O da, benim eserim olan ve ebediyen yaşayacağına inandığım Kanun-u Medeni’dir.) demiş ve hukuk anlayışını dünyaya ilan etmiştir. Ama bir fark var: Siz hukuki düşüncenizi, bir askeri zaferden sonra ilan ediyorsunuz; Nopolyon ise bu sözleri esaretle söylemiştir. Binaenaleyh, onun samimiyetini beni şüpheye düşürüyor.”

Paşa:

- “Çocuk, dedi. Tutuklu olmasına rağmen belki Nopolyon da bu sözlerinde samimiydi. Hukuk prensiplerini ihmal ve ihlal eden ve buna kıymet vermeyen liderler, kurdukları rejimi yaşatamazlar.”

TIP ÖYLE SÖYLÜYORSA, PEKİ!...

Atatürk’e böbrek sancısı gelmeden, kendisini muayene eden doktor Profesör Sabit Erdelhum anlatıyor. Atatürk zahmet ettiğinden dolayı kendisine teşekkür ettikten sonra:

- “Bilgili muayene ve elkoymalarınıza hazırım doktor!...” buyurdular. Muayeneleri bittikten sonra sordular:

- “Nasıl buldunuz, doktor...”

Teşhisim üzücü değildi. Fakat kendilerine bazı bazı öğütlerde bulunmaya tıbbi zorunluluk vardı. Keyfiyeti kendilerine arzettiğim zaman, tatlı tatlı güldüler ve bilhassa neyi öğütlemek istediğimi sordular. Bu defa Gazi’ye ben sordum:

- “Akşamları iki üç kadeh atar mısınız, paşam...”

Atatürk bir süre durdu, sonra gelerek şu cevabı verdi:

- “Evet, alırım ama, sorduğunuz kadeh adedine bir sıfır eklemek suretiyle...”

Bu cevap beni endişeye sevketmişti. İki üç kadehin önüne sıfır koyduğumuz zaman 20, 30 kadeh ederdi. Verilecek cevap ve öğüdü tasarlamaya çalışırken Gazi sordu:

- “Niye sustunuz, doktor...”

Şu cevabı verdim:

- “Susmadım, paşam. Şu kısa sükutum emin olun bir üzüntü ifadesidir.”

- “O halde doktor, kesin öğüdünüzü öğrenmek isterim?”

- “O halde, paşam, müsaade-i devletinizle arz edeyim ki, o iki üç kadehin önüne konan sıfıra izin veremeyeceğim.”

Boyunlarını büktüler ve aynen şöyle dediler:

- “Acayip!.. Demek bu öğütte direniyorsunuz?”

- “Evet saygı değer paşam, direniyorum.”

- “Demek bu sıfır ekleme meselesine isminiz gibi sabit kademsiniz?”

- “Tıp öyle söylüyor paşam, emir ve irade sizin... Biz sadece tıbbi görevimizi yapıyoruz.”

İşte bu sırada büyük Ata’nın gözleri şimşek gibi bir defa çaktı ve bulunduğumuz odanın duvarlarında dolaşmaya başladı. Bir süre sonra o emsalsiz bakışların bir levhaya takıldığını gördük. Gazi Mustafa Kemal eliyle bu levhayı işaret ederek:

- “Evet doktor, dedi haklısın...”

Odadaki levhada şu cümle yazılıydı:

- “Hak bellediğin yolda gideceksin.” Huzurlarında hürmetle eğildim ve tekrar teyyiden arz ettim:

- “Evet paşam, biz doktorluk görevimizi yapıyoruz.”

Beni büyük iltifatlarıyla mahcup eden kahramanlar kahramanı, sonraları öğrendim ki bu kadehlere sıfır koymamak bahsinde en neşeli anlarında bile sofralarında bulunan zevata:

- “Doktorluk görevine karışma yok!...” buyurarak kadeh atmadan perhiz ederlermiş.

ATATÜRK’E “PAŞA” DİYEN KAYMAKAM NASIL AZARLANDI.

Atatürk bir gece sabaha karşı ani bir kararla ve habersiz olarak Alanya’ya çıkmıştı. Sabahın ilk saatleri... Beş kişilik bu gurup, sıcak bir şey içecek, tıraş olacak bir yer arıyorlar. Bu sırada bir jandarma eri, kendilerini tanıyıp kaymakamı durumdan haberdar ediyor. Kaymakam ayağına pantolonu, sırtına redingotu, başına melon şapkayı geçirip koşuyor. Fakat yüzü bir hayli tıraşlıdır. Heyecan ve şaşkınlığı kaymakamın her halinden bellidir.

Şimdi fıkranın özünü sayın Ali Kılıç’tan dinleyelim:

- “Kaymakamın gayet sade ve samimi hali, heyecan ifade eden görünüşü Atatürk’ün pek hoşuna gidiyordu. Atatürk çok keyifli ve neşeliydi. Ara sıra kaymakamla şakalaşıyordu. Bir aralık kaymakam bir şey anlatmaya başladı.

- “Paşa hazretleri!...” Diye hitap ederken, Atatürk:

- “Kaymakam Bey, Büyük Millet Meclisi’nin paşalık, beylik, efendilik gibi unvanları bir kanunla kaldırmış olduğunu biliyor musun?

Sonra bizi göstererek ilave etti:

Bu arkadaşlar milletvekilidir. İçişleri bakanından soruda bulunurlarsa ne yapacaksın? Deyince, kaymakam bu şakayı da ciddiye almış ve:

- “Şu halde size ne diye hitap edeyim?” diye sormuştu.

Kaymakamın bu hali Atatürk’ün çok hoşuna gitmiş, çok gülmüşlerdi.

ATATÜRK VE KİN

Atatürk’ün asla kini yoktur. Bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir süre sonra affeder, onları unutur, bir daha tekrar edilmesini ile arzu etmezdi. Bu yüzden civarındakilerden birçokları zaman zaman gözden düşer, sonra yeniden affedilir, yeniden eski mevkiini alırdı. Fakat, asla göz yummadığı şey, bir kimsenin ekmeğiyle oynanmasıydı.

Yeni harflerin en büyük taassupla takip edildiği bir devirde bir seyahati esnasında bir hükümet bürosuna girdi. Açtığı bir defterde ir deste eski harflerle yazılmış notlar ve kağıtlar buldu. Defterin sahibi yaşlı bir memurdu.

Atatürk, hayatında ender rastlanan bir hiddetle memurdan başladı. Amirde bitirdi, hepsini kovdu. Dışarı çıkarken de:

Bunlar mikroptur, efendim! Milli bünyenin iyiliği namına temizlemeli!.. Diye bağırdı.

Akşam oldu. Vilayet konağında bir ziyafet vardı. Bir aralık söz yine yeni harflere geldi. Atatürk, valiye sordu:

- “Bugünkü yobazlara ne yaptın?”

Vali:

- “Görevlerine son verdim, paşam. Esasen ücretli hizmetlilerdi”.

Atatürk durakladı. Sonra usulca:

- “O olmadı işte!...” dedi. “Bu adam kabahatli, muhakkak!.. Fakat, çoluğu çocuğunun suçu ne?... Onları aç bırakmaya hakkımız yok. Onu görevine usulca iade et!.. Biz adamları cezalandırmayız, ama ekmekle oynamak doğru değildir!...”

TAMİMLE DEVRİM OLMAZ

1924 yılının ilkbaharındaydı. Erzurum ve Pasinler de depremde birçok köylerin evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler’e gelen ata, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı:

- “Depremden çok zarar gördün mü, baba?” diye sordu. Ata, ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu:

- “Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?”

İhtiyar, Kürt şivesiyle:

- “Valle pedişeh bilir”, dedi!

Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle:

- “Baba, padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı?”

- “Söyle bakalım, zararın ne?”

- “Padişeh bilir!...”

Bu cevap karşısında kaşları çatılan Ata, kaymakama döndü:

- “Siz daha devrimi yaymamışsınız!” dedi.

Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü ağır başlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi:

- “Köylere genelge yolladık paşam”, dedi.

Atatürk’ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı:

- “Oğlum”, dedi, “Genelgeyle devrim olamaz!...”

SÖZÜNÜN ERİ

 İcra vekilleri heyeti başkanlığı (başbakanlık) konusunda bir konuşma:

Mustafa Kemal Paşa beni meclisteki odasına davet etti:

- “Rauf kardeşim” dedi. “Niçin kabul etmiyorsun? Görüyorsun ki meclis senin üzerinde duruyor. Başka birini seçmek istemiyor. Anarşi olacak. Kabul etmeyişinin sebebi nedir.”

- “Söyleyeyim paşam”, dedim. “Ben bu görevi kabul edersem, sen yine benim işime karışacaksın. Bende buna katlanamayacağım ve çekilmek zorunda kalacağım. Halbuki, benim imanım, bu orduların başında bu milletin kurtaracağın merkezindedir. Bu yüzden seninle anlaşmazlığa düşmeyi kesinlikle kabul edemem.”

Mustafa Kemal son derece samimi bir davranışla:

- “Kardeşim, ben namussuz muyum?” deyince hayret ettim.

- “Ben böyle bir şey söylemedim.”

- “O halde, sana namusumla söz veriyorum; Heyeti Vekile Reisleri’ni (Başbakanlığa) kabul et, hükümet kur senin hiçbir işine karışmayacağım.” dedi. Gerçekten dediğini yaptı.

KANUN ADAMI

Savaşın ortalarında Binbaşı Yakup Cemil (Babıali baskınında Nazım Paşa’yı öldüren) savaşın kötü yöneltilmesinden ve memleketin felakete gitmesinden dolayı bir hükümet darbesi yapmağa girişti. O gece Enver Paşa’yı öldürecekti ve kuracağı hükümet Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nazırı (Mili Savunma Bakanı) ve Başkomutan Yardımcısı olacaktı.

Bir arkadaşı hükümete sır vermiş, Yakup Cemil idam edilmişti.

Atatürk bana demişti ki;

Yakup Cemil, girişimini başarsaydı, ben yine görevi kabul ederdim. Fakat Harbiye Nazırı olunca ilk işim Yakup Cemil’i kurşuna dizdirtmek olurdu.

LOZAN

İcra Vekili Heyeti Reisi (Başbakan) sıfatıyla Lozan’da Delegeler Kurulu Başbakanlığı’na tebrik telgrafı gönderdikten sonra ertesi gün Meclis Başkanı Ali Fuat Paşa (Cebesoy) ile birlikte, Çankaya Köşkü’ne giderek, Mustafa Kemal Paşa ile buluştuk. Yemeği orada hep birlikte yedik. Sofrada Latife (Uşaklığil) hanımda vardı. Barış sorunları konuşurken, Paşa:

- İsmet (İnönü) de Londra’dan yola çıkmış, geliyor, deyince, gülümseyerek:

- Evet öyle... Ben de müsaadenizle gidiyorum, dedim ve anlattım:

- Lozan’da yazdığı telgraflar ve aldığı durum dolayısıyla, konuştuklarımız belli... Gerçi onun yalnız beni değil, taşlamalarına sizi de, bakan arkadaşları da amaç edindiği ve zaman icabı bunu hoş görmemiz gerektiğini söylemiştiniz ama, ben ne olursa olsun, bir daha İsmet Paşa ile yüzyüze gelmem ve artık onunla imkanı yok çalışamam. Barış antlaşmasını imzalamış olduğu gibi, bunu uygulama işini de ona bırakmak doğru olur düşüncesindeyim.

Mustafa Kemal Paşa şaşırdı:

- Demek onu karşılamaya gelmeyeceksiniz?

- Hayır, dedim. Beni mazur görün, bunca yersiz taşlamalarından sonra, artık İsmet Paşa ile karşı karşıya gelemem... Yarın Sivas’a seçim bölgeme gidip biraz dinleneceğim. Zaten Meclis’te yok...

Üzüldü ve gayet samimi görünen, yumuşak bir sesle:

- Raufçuğum, dedi, ne söyleyeyim bilmem ki, haklısın... Bu çevre adamı ahlaksız yapıyor.

- Paşam, üzülme, dedim, bir düzüne ahlaklı adamla sen bu memleketi kusursuz yönetirsin.

Bu, Mustafa Kemal Paşa ile son görüşmemiz oldu. Sofradan kalkınca, biraz ayaküstü, fakat artık bu konulara değinmeden, görüştük ve kucaklaşarak vedalaştık.

GÖREV ANLAYIŞI

Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale, İngiliz ve Fransız donanmaları tarafından zorlandığı zaman İstanbul’u kurtardıktan sonra bu kurtuluşun geçici olduğuna inanıyordu. Almanya’nın yenilgiye uğrayacağına ve onun yanında Türkiye’nin de tehlikeye düşeceğini anlamış bulunuyordu. Bunun için Almanya yenilmeden önce Osmanlı Devleti’nin tek başına barış yapması çaresini düşünüyordu. Mustafa kemal bir gün bu nedenle o zaman bahriye nazırı olan Cemal Paşa ile görüşmüş ve amacını anlatmıştır. Cemal Paşa, bunun nasıl yapılabileceğini sorunca, benim elimde bir ordu var, düşmanı buradan kovan düşmanlar gerekirse İstanbul üzerine yürür, problem halledilir, demiştir.

Cemal Paşa başlangıçta buna uyar gibi gözükmüştür. Yalnız başına yarış yapabilmek için değişikliği olacaktı. Yeni hükümette Cemal Paşa Sadrazam, (Başbakan) Mustafa Kemal Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) olacaktı. Yönetimde devrim yapılacaktı. Bu biçimde aralarında sözleştikten sonra Cemal Paşa korkmuş, verdiği sözden dönmüştür. Sözünden dönmekle beraber olayı Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya duyurmuştur. Mustafa Kemal bundan çok sıkılmış, hatta kızgınlığını yenemeyerek Cemal Paşa’yı düelloya davet etmiştir. Mustafa Kemal, Cemal Paşa’dan özür dilemesini istiyor. Koşullarını söylüyor. Karşıt bir durumda rast geldiği yerde Cemal Paşa’yı vuracağını söylüyor. Olay bu durumda olunca Enver Paşa da durumdan memnun olur. Gerek Mustafa Kemal’i, gerek Cemal Paşa’yı kendisine rakip olarak gördüğü için her ikisinden de bu suretle kurtulacağını hesap ediyordu. Bu durumda Mustafa Kemal’in eski arkadaşı Fethi Bey (Okyar) araya giriyor. Cemal Paşa, Mustafa Kemal’den özür dilemeye razı oluyor. Mustafa Kemal, Beyoğlu’nda Perapalas oteline geliyor. Belirli bir saatte Cemal Paşa da orada bulunur.

Mustafa Kemal’in saptadığı koşullar çerçevesinde kendisini kabul ediyor.

Olay bu suretle kapanıyor.

Gazi, yukarıda not halinde kaydettiğim anılarından söz ettikten sonra kendisine şu soruyu sormuştu:

- “Paşam, şayet cemal paşa verdiği sözde durmuş olsaydı ne yapacaktınız?”

Şu cevabı verdi:

- “Hükümeti değiştirecek, hemen itilaf devletleri ile iyi koşullar altında barış yapacaktım. Bu suretle sonradan başımıza gelen felaketlerin önüne geçecektim. O zaman yalnız bir bela kalacaktı. O da saltanat ve sultanlar belası ve o belayı da kesinlikle memleketin başından atacaktım. Fakat onun için başka türlü bir yola baş vuracaktım”.

HOCA VE ATATÜRK

Erzurum Kongresi sıralarında bir konuşma esnasında:

Ajans’tan Erzurum’a yeni atanmış olan ve bir kaç gün önce padişah tarafından kabul edilen kendisine direktif verilen Reşat Paşa’nın İstanbul’dan hareket ettiğini yazıyordu. Bu haber Mustafa Kemal Paşa’yı düşündürdü. Biraz sonra oradaki arkadaşlarına Reşit Paşa’yı tanıyıp, tanımadıklarını ve nasıl bir adam olduğunu sordu. Yeni valiyi içimizden yalnız Süleyman Necati tanıyordu. Reşat Paşa’nın 1912’de Erzurum’da bulunduğunu ve o zaman bile tükenmiş bir ihtiyar olduğunu söyleyerek Paşa’dan niçin merak ettiğini öğrenmek istedi. Mustafa Kemal Paşa kısaca:

- “Eğer işimize zarar verecek bir adamsa, Trabzon’dan İstanbul’a geri çevirelim, başımıza iş açmasın” dedi.

Bu konuşma topluluğu arasında bulunan eski teşkilatı mahsusa çetinciliğinden ve mollalığından kinaye olarak Piyerlermit takma adını taşıyan Rize üyesi Hoca Necati atılarak, “ paşam, üzülmeyin. Gerekirse kopdağında temizleriz” dedi.

Mustafa Kemal acı bir kızgınlıkla:

- “Hocam ne diyorsunuz? Kuttai tariklik (yolkeserek) ederek adam mı vurduracağız? Bu memlekette hükümsüz vatandaş öldürülemez. Vatandaş ancak mahkeme kararıyla cezalandırılır. Devlet adamının böyle düşünmesi lazım” karşılığını verdi.

İNSAN SEVGİSİ

İçişleri bakanı Şükrü Kaya, Çanakkale bölgesini denetlemeye giderken Atatürk şöyle diyor:

- “Çanakkale’yi ziyaret ettiğin zaman aziz şehitlerimizi de ziyaret edeceksin. Bu görevi yapacağına kuşkum yok. Yalnız nasıl bir nutuk söyleyeceksin! Ben söyleyeyim; burada yatan aziz şehitlerimiz sizi, saygı ile anıyoruz, diyeceksin. Mehmetçik anıtının başında hat ve huzur içinde yatınız, diyeceksin. Siz, olmasaydınız, siz göğsünüzü çelik kalelere siper etmeseydiniz, bu boğaz aşılır, İstanbul alınır, vatan toprakları istilaya uğrardı, diyeceksin”.

- “Evet, böyle konuşacağım!”

- “Hayır, hayır!.. Sen böylenin üstünde çok daha başka konuşacaksın. Orada, Çanakkale’de yalnız bizim şehitleri değil, o toprak üzerinde kanı dökülen insanları da o kahraman savaşçıları da saygıyla, anacaksın!”

- “Paşam, ben bunu yapamam, çünkü bu sözler ancak sizin söyleyebileceğiniz yüksek sözlerdir”.

- “Söyleyeceksiniz! Çanakkale’den dünyaya karşı böyle konuşacaksınız. Senin böyle konuşman gerek!”

(Atatürk’ün, o gece Şükrü Kaya’ya verdiği notta şu cümleler belirtiliyor.)

“Bu memleketin toprakları kanları dökülen kahramanlar! Burada bir dost vatan toprağındasınız. Gönül rahatlığı içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını savaşa gönderen analar! Gözyaşlarını dinlendiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

(Şükrü Kaya, toprağında yendiği milletlere karşı gösterdiği yüksek insanlık duygularını anlatan cümleleri, Çanakkale’de söylüyor. Ankara’ya dönüyor.)

Meğer, Mehmetçik Anıtı’nın başında söylenen bu sözleri not eden bir kaç yabancı gazeteci varmış. Onlar bu sözleri gazetelerine bildiriyorlar, nutuk dünyaya yayılıyor. Ve aradan hafta geçmiyor. Şükrü Kaya’ya telgraflar yağıyor. Ta Avustralya, Yeni Zelanda’dan, günlerce sonra mektuplar geliyor. Gözleri yaşlı analardan, kardeşlerden, askerlerden... Şükrü Kaya, bu konuşmasından dolayı kutlanıyor, alkışlanıyor.

HAYIR KARINI BOŞAYAMAZSIN

Atatürk, özel hayatının bütün tesadüflerinde kadına cemiyet içinde layık olduğu önemin verilmesini istemişti. Bunun bir çok örnekleri vardır.

Anlatacağımız olayın kahramanlarından bazıları yaşamakta olduklarından ve Atatürk’ün özel hayatına dair yazılarda isimlerden çok, olayların ehemmiyeti olduğundan, biz isimleri rumuz olarak kaybetmeyi münasip görüyoruz.

Atatürk’ün, kocasını tanıdığı bir bayan (ı) bir gün:

- Paşam, dedi, kocam beni boşuyor. Bu yaştan sonra, yetişmiş çocukların anası olarak ben ne yapabilirim ve bu ızdıraba nasıl tahammül edebilirim?...

Kadın haklıydı ve hayatını uzun uzun anlamasına lüzum yoktu. Zira Ata, (K) Bey’i, bütün hususiyetleriyle biliyordu. Çünkü, maiyetinde bulunuyordu ve parlak da bir mevkii vardı.

Atatürk, bayanı teselli etti, teessür duymamasını bildirdi.

Bay (K), Ata’nın huzuruna çıktığı vakit, Ata, kendisine özgü ve anlamlı bir hitapla:

- (K), dedi, sen karını boşuyormuşsun, doğru mu?

Ata’nın hadiseden haberdar oluşu, Bay (K)’yi bir anda şaşırttı. Fakat, kendini çabuk topladı ve pek tabii inkar edemedi.

- Evet, dedi, doğru.

- Buna neden lüzum gördün?

- ...

Bay (K) bu suale ne cevap verse, haksızdı. Zira, gördüğü lüzum manasızdı ve cemiyet hayatımızı bozan geçici ve fazla servetin verdiği bir şımarıklığın sonucuydu.

- Cevap versene, nede lüzum gördün?... Karının bir kabahati mi vardı?

- Hayır paşam, hiçbir kabahati yok.

- Peki, o halde?

Ata’nın meseleyi, ciddi olarak ele almış olduğunu hisseden Bay (K), Ata’nın şahsından o zamana kadar gördüğü iyi muameleden cesaret alarak:

- Paşam, dedi, siz de Latife Hanım’ı boşadınız dedi.

Bay (K)’nın bu sözü büyük bir buluş telakki etmişti. İleri süreceği bütün nedenleri Ata çürütebilirdi, fakat bu dediği, Ata’yı , meseleyi fazla kurcalamaktan alıkoyabilirdi. Bay (K), bu sözü ile ne derece gaflete düşmüş olduğunu biraz sonra dehşetle öğreniyordu.

Ata, karşısındakinin gösterdiği bu cesarete, dudaklarında hasıl olan şimşek gibi bir gülümsemeyle mukabele etti ve sordu:

- Sen ne kadar yıl önce evlenmiştin?

- ... Yıl önce.

- O zaman neydin?

- ...

- Mebus muydun?

- Hayır.

- Bugünkü kadar şöhretin?

- Hayır...

- Ve tabii o zaman yırtık çoraplarını yamatıyordun. Kirli gömleklerini yıkatıyordun. Fakat ben, evlendiğimiz zaman neysem, ayrıldığımız zaman da oydum. Beyimize gelince, şöhret, servet ve sonra yıllar yılı kahrını çeken çocuklarının anasını defedecek, daha başka, genç ve güzel bir kızla evlenerek yaşayacak?!.. Hayır işte bu olmaz!..

Ama oldu, (K), eşini boşadı, genç bir kadınla evlendi.

ATA, “MERHABA ASKER!"İ NE ZAMAN SÖYLEDİ?

Atatürk’ün Selanik’te kolağası bulunduğu sıralarda geçen bir hatırasını anlatacağız. Yalnız, bu hatırayı başlamadan önce, bir noktaya ehemmiyetle değinmek istiyoruz. Atatürk, uluorta tesadüflerle değil, bütün hayatını bu memleketin ve bu milletin hürriyetine vakfederek yıllar ve yıllarca mücadele ettikten sonra Türkiye’yi bugünkü uygar düzeye ulaştırmıştır. Anlatacağımız çok kıymetli hatıra, bunun en canlı örneğidir.

Bu olayı, Milli Mücadele’de emsalsiz hizmetleri geçmiş bulunan Ziya Kılıç’tan dinledik ve ilk kez neşrediyoruz.

Ziya Kılıç, bu olayı şöyle anlatmıştır:

1910 (1326) yılındayız. Beşinci kolordu Erkan-ı Harbiyesi’ne Mülhak Kolağası Mustafa Kemal de Selanik’te bulunuyordu. Beşinci kolorduya mensup 38. Merkez alayı kumandanı miralay saadettin bey tedavi için İstanbul’a gidiyor ve izin alıyor.

Sadettin Bey’in kimi vekil bırakacağını herkes merak etmekteydi. Biz ve kumandanlar, bu merak içindeyken, hayretle gördük ve öğrendik ki, kolağası Mustafa Kemal, kendisine vekalet edecektir. Hayret ettik. Çünkü Mustafa Kemal kıdemli yüzbaşıydı, halbuki kendisinden çok üstün rütbede olanlar vardı.

Büyük rütbeli subayların bu hayretleri çabuk geçti ve yerine büyük bir merak başladı . Mustafa Kemal, kendisini son derece sevdirmişti. Onun, şehir içindeki bazı jestleri, herkesi kendisine bağlamıştı. Şimdi, onun iş başına geçmesini merak ediyorduk.

Alayın teslim alınış gününü, tarihimizin mühim bir dönüm noktası olarak kabul etmemiz lazımdır. O gün, Atatürk , beyaz bir ata binerek gelmişti bütün gözler ondaydı, alayın önünde kılıcını çekerek selam vaziyeti aldı. Sonra atından süratle yere atladı. Şimdi:

- Selamün Aleyküm asker! demesini bekliyorduk.

Fakat hiç beklemediğimiz bir durum vukua geldi:

- Merhaba asker!..

Bu, ilk defa vaki olan bir olaydı. Askerler, nasıl karşılık vereceklerini bilemiyorlardı. Bu bir kaç saniyelik sükutu, İstanbullu askerler doldurdular:

- Merhaba beyim!..

Ordu, ilk defa bir kumandandan (merhaba asker!) selamını alıyordu. Mustafa Kemal, alayı teslim aldıktan sonra sert bir sesle, “rahat!” emrini veriyor sonra bölük kumandanlarından birine yaklaşıyor. Bölüğünü derin kol ile hareket ettirerek takım kolunda kendisine cephe almak üzere sevk etmesini emrediyor.

AFFETMEYİ SEVERDİ

Amasya’da bulunduğu sırada bir aralık milli emellere muhalefet yolunu tutmuş bulunan eski paşalardan biri bir gün Ankara’da beni ziyaret etti. Mustafa Kemal’in kendisini affetmesini istiyordu. Bunun için de benim yardımımı ricaya gelmişti. Müracaatını Atatürk’e arz ettim.

Evvela ziyareti kabul etmek istemedi. Hatta:

- Nasıl?!... O adam hala serbest mi dolaşıyor? diye sordu.

- Serbest dolaşıyor olmalı ki, huzurunuza çıkmak cesaretini göstermiş! dedim ve ilave ettim:

- Af, sizin büyüklüğünüzdür!.. Kendisini affetmeye mecbursunuz!..

- Peki... Düşünürüz!.. dedi, fakat bu işin arkasını bırakmadım:

- Kendisine söz verdi!. Bu alicenaplığı göstereceksiniz !..

O zaman:

- Peki! dedi, çağırınız gelsin!..

Ve sabık paşa, ayaklarına kapanarak, ondan af dilerken, Mustafa Kemal, güya arada hiçbir hadise geçmemiş gibi, kendisini güler yüzle karşılayarak, yanındaki sandalyeye oturttu. Sigara verdi, kahve ısmarladı ve geçmişe hiç temas etmeyerek, onunla birkaç dakika konuşmaktan çekinmedi.

Atatürk, kerim adamdı. Affetmesini çok severdi. Kimleri ne zaman affedeceğini de bilirdi...

ATATÜRK AĞLIYOR

Ak saçlı bir ninenin ağzından:

Yavrularım , siz bilmezsiniz, bir zamanlar “ köyümüze düşman geliyor! “ dediler. Biz pılıyı pırtıyı toplayıp göçebeler gibi yola düştük. Sinan paşa ovasında bir köye yerleştik.

Günler geçti. Bir gün düşman ansızın köye geldi. Artık gidecek başka bir yer olmadığından, düşman içinde kalmıştık. Bir sabah uyandığımız zaman uzaklardan top sesi geliyordu. “kurtulduk, kurtulduk!” diye sevince düştük. Tam bu sırada köyün öte başında dumanlarla beraber göklere alevler yükseldi. Köy yanıyordu. Her taraftan bağrışmalar geliyordu. Kimimiz yarı çıplak, kimimiz yarı yanmış, bir halde köyün koruluğunda yerleştik. Artık düşman da köyü terk etmişti.

Biraz sonra atlılarımız, ellerinde al bayraklar olduğu halde, yel gibi yoldan geçtiler. Bağırdık, durmadılar. Hepimiz yollara dökülmüş ağlıyor, sızlıyorduk. Derken karşı yoldan bir toz bulutu yükseldi. Hepimiz gözlerimizi oraya diktik.

Biraz sonra bir otomobil göründü. Ve yavaşlayarak yanımızda durdu. İçinden altın gibi saçlı, kalpaklı bir adam fırladı. Durdu. Gözlerini perişan durumumuza döndürdü. Uzun uzun, derin derin baktı. Bu sırada biz yanındaki subaylara sokulduk. Onlarda onun gibi bakıyordu. Bir tanesini çekerek:

- Bu adan kimdir? diye sorduk. Hafifçe:

- Mustafa Kemal, dedi.

O zaman hepimiz coştuk. Bu adı her zaman duyuyorduk.

- Paşam, bizi kurtar, kurtar!.. diye bağırdık. Ayaklarına kapandık. O, hala dalgın dalgın, başı yerde düşünüyordu. Birden doğruldu. Sağ eli havadaydı:

- Sizi bu şekle sokanlar cezalarını gördüler ve daha da görecekler!.. Diyerek elini şimşek gibi aşağıya indirdi ve o anda gözlerinden iki damla yaş yuvarlandı.

BENDEN YAPILMAYACAK EMİR ÇIKMAZ!..

Rahmetli Nevzat Tandoğan’ın Ankara Valiliği’ne atandığı tarihlerdeydi. O da bir gece Ata’nın sofrasına davet edildi. Ata, Nevzat Bey’e iltifat ediyor, sık sık rakı veriyordu. Nevzat bey, kendini bozmadan içmeye dayanıklılık gösteriyordu.

Bir ara ata, İsmet paşa’ya döndü:

- Vali olgun adama benziyor. İçki ya içilir ya hiç içilmez. Dimağı alkole dayanmayanlar içkiden kaçınmalıdırlar.

Ve bunun üzerine hemen Tandoğan’a hitaben şu soruyu sordular:

- Normal veya alkollü kafa ile verilen emirler derhal yapılmalı mıdır?

Nevzat Bey hemen cevap verdi:

- Emirleriniz kayıtsız şartsız tatbik edilir, paşam.

- Neden böyle oluyor?

- Milletin temsilcisi, devletin başkanısınız. Amiri mutlaksınız, paşam.

Ata, tane tane cevap verdi:

- Hayır... Benim her emrim yapılır, çünkü benden yapılmayacak emirler çıkmaz!..

BİR MEMLEKETİ ORDU KURTARMAZ!

Afgan Savunma Bakanı Gazi Mahmut Han, Ankara’ya gelmişti. Şerefine bir geçit yapıldı. Türk askerinin göz ve gönül dolduran varlığı, dost memleket kumandanını pek mütehassis etmişti:

- “Bu vatanı istila edecek düşman yoktur!..” dedi

Atatürk şu cevabı verdi:

- “Vardır... Çünkü bir memleketi, sadece ordu korumaz. Bir memleket topraklarının altında ve üstünde insan elinin yapacağı bir şey kalmışsa, o memleket her zaman istila edilebilir!..”

Ve, eliyle sefirler tribününe yan yana oturan Alman ve Fransız ateşe militerlerini işaret etti:

- “Şimdi onlar da benim gibi düşünüyorlardır...”

BİZ , HİÇBİR ZAMAN MEVKİ-İ İKTİDARDA KALACAĞIZ DİYE İDDİADA BULUNMADIK!..

Serbest fırka zamanındaydı. Genel sekreter Hasan Rıza, olan biten olaylar hakkında memleketin muhtelif yerlerinden gelen telgrafları Atatürk’e sunduğu zaman Atatürk bu telgrafların bildirdiği haberlerden canları çok sıkılmıştı. Bu münasebetle Atatürk’le Hasan Rıza arasında geçen konuşma çok dikkate değer. Atatürk:

- “Fethi Bey bu işi yapamadı. Meseleyi hemen ayak takımlarına aktardı. Mamafih olan olmuştur. Biz şimdi işimize bakalım.”

Hasan Rıza, bu nedenle bazı kuşkularını açıkladı:

- Paşam, görülüyor ki vaziyet korkunçtur ve tehlikeye doğru gidiyor. Bu vaziyet karşısında acaba ne yapmak lazım gelecek?”

- “Bu bir anarşi görüntüsüdür. Biraz daha ilerler ve önüne geçilmez bir hal alırsa o zaman ben derhal fırkanın başına geçeceğim. Fethi Bey'i de ikaz ederek ve onunla beraber evvela karşımıza çıkan gericiliği ve anarşiyi yok etmeye çalışacağım. Evvela onlarla mücadele edeceğim.”

- “Paşam, ya onlar (Fethi Bey ve arkadaşları) vaziyetten faydalanarak iktidarı ele geçirirlerse?...”

- “Olabilir. Hiçbir zaman iktidarda kalacağız diye bir direnmede bulunmadık.”

- “Paşam, ya onlar iktidara geçtikten sonra devrim esaslarından dönerlerse?”

Kaşlarını çatarak:

- “Haa!.. İşte o zaman sen, ben ve devrime taraftar olanlar birleşir böyle bir teşebbüsü derhal yok ederiz. Bundan asla şüphen olmasın.”

HANİ DÜŞMAN YOKTU?

Atatürk’ ün meşhur bir saat hikayesi vardır. Çanakkale’ de, göğsünün sol üst cebindeki saate bir kurşun isabet etmişti... Bu fıkranın birkaç türlüsünü dinlemiştim. Fakat şimdi anlatacağım değişik şeklini, bir izci kafilesini Çanakkale Harp Sahası’nı gezmeye götürdüğümüz zaman bize kılavuzluk eden bir jandarma yüzbaşısından ve tam olayın geçtiği “Kemal Yeri”nde dinledim:

Askerlikte aranan en mühim vasıflardan biri, “çabuk karar verme” denilen meziyettir.

Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal, Koca Çimentepe’nin ön kesimindeki dalgalı sırtlara kadar ilerledi. Burada bir gözetleme müfrezesi vazife görüyordu. Komutan, müfreze komutanının yanına sokuldu:

- Yakında düşman var mı? diye sordu.

Teğmen, tereddütsüz cevap verdi:

- Hayır, paşam, yoktur!..

Mustafa Kemal, bu teminat üzerine ayağa kalktı, dürbünle ileri bakmaya başladı. İşte tam bu sırada birkaç tüfek birden patladı ve kurşunlardan biri, Mustafa Kemal’ in göğsüne rastladı. Kurşun -bahtiyar bir tesadüfle- göğüs cebindeki büyük saate çarpmıştı.

Mustafa Kemal, haklı bir hiddetle takım komutanına çıkıştı:

- Hani düşman yoktu?!.

Takım komutanı, Anafartalar Kahramanı’na aldırmadı bile. Askerlerine döndü ve yüksek sesle:

- Benim takım, süngü tak, hücum!.. Emrini verdi.

Yere yatmış olan takım, bir anda zemberek gibi boşandı; marş marşla hücuma geçti; az ileride, arazinin dalgalı oluşundan faydalanarak gizlice yakına kadar sokulmuş olan bir keşif mangasını tepeledi ve tekrar eski yerine döndü.

Mustafa Kemal’in hiddeti kalmamıştı. Yattığı yerden bu manzarayı zevkle, gururla seyrediyordu.

İKİ ATEŞ ARASINDA

Çal’da cepheyi dolaşıyorduk. Hiç farkına varmadan, düşmanla çarpışan avcılarımızla, düşmana ateş saçan topçularımız arasına girmişiz.

O sırada yanımıza geldiğinde boş bir atla bir süvari geldi. Ve Atatürk’e:

- Kumandan Paşa bu atı gönderdi. Sizi topçu menzilinde bekliyor! dedi. Atatürk, askere:

- Sen, dedi, bu atı ona götür, binsin de o buraya gelsin!..

Çok geçmeden, 11. Fırka Kumandanı Merhum Derviş Paşa yanımıza geldi.

Atatürk ondan vaziyet hakkında malumat istedi. Derviş Paşa:

- Düşmanla durmadan çarpışıyoruz paşam! dedi.

Tam o sırada arkamızdan müthiş bir grup ateş başlamıştı. Toplarımız dağları sarsarcasına gürlüyorlardı.

Atatürk, Derviş Paşa’ya:

- Biz burada iken topçularımızın gerimizde kalması olmaz! dedi. Onları bizim önümüze geçirmek lazım.

Ve Derviş Paşa’nın bu emri derhal tatbik ettirip gelişinden sonra, güldü:

- Paşam, şimdi de avcı hattı ile topçu hattı bir araya geldi. Bu oldu mu ya?

Anlaşılıyor ki Atatürk, düşmanın işini bir an önce bitirmek ve kuvvetlerimizi derhal hücuma geçirmek istiyordu. Derviş Paşa’nın zekası, onun bu niyetini kavramıştı:

- Paşam, dedi, emredersiniz, avcı hattını da ileri sürelim!..

Atatürk, maksadının çabuk anlaşılmasına memnun olmuştu. Güldü:

- Derhal!..

Fakat bulunduğumuz mevki ile avcı hattı arasında telefon tesisatı yoktu. Derviş Paşa bu emri bizzat tebliğ için atına atlamıştı.

Ben, onun bu çok tehlikeli hareketini önlemek, bir başkasını göndertmek istedim:

Koca Paşa’nın kaşlarını çatıp da bana:

- Baksana! Emri kim veriyor? deyişini ve hayvanı ateş hattına doğru dörtnala uçuruşunu ömrüm boyunca unutamam!

On dakika sonra avcılarımız harekete geçtiler ve bir saat sonra dikiş tutturamayan düşman askerleri, murat dağlarına doğru çil yavruları gibi dağıldılar!..

Atatürk’ün bu dahiyane mücadelesi kim bilir ne kadar uzayacak olan bu işi bir saate sığdırıvermişti. Bu savaşı kazanışımızın ertesi günü de Trikopis esir düşürüldü.

MUSTAFA KEMAL VE GENERAL TOWNSHEND

Birinci Dünya Savaşı’nda, Irak’ta, İngilizlerle savaşıyorduk. Bir aralık ele geçirdikleri kütülemara kalesini az sonra bizim ordu çevirmiş, epey uğraştıktan sonra düşürmüş, içindekileri de komutanları general Townshend ile birlikte tutsak etmişti. Komutan İstanbul’a getirilerek savaşın sonuna değin Heybeliada’da gözaltı edilmiş, bırakışma olunca da yurduna dönmüştü.

Anadolu’da kurtuluş savaşı başladıktan sonra General Townshend’in güney kıyılarımızdaki limanlardan birine geldiği ve Mustafa Kemal ile görüşmek istediği bildiriliyor. Ata onu Konya’da kabul ediyor, ama ikisi karşılaşınca general şaşkın şaşkın duraklıyor ve şöyle bir konuşmaya yol açıyor:

- Affedersiniz, görüyorum ki işin içinde isim benzerliğinden doğan bir yanlışlık var, ben sizi başka bir Kemal sanmıştım.

- Nasıl bir Kemal?

- Kütülemara’da ordumla birlikte çevrilmişken karşı tarafta Kemal adlı çok centilmen bir komutan vardı. Onunla hasım olmakla birlikte aynı zamanda çok da dost olmuştuk. Bu işin başına onun geçtiğini sandım da...

- Onunla dost olduğunuz gibi benimle de dost olabilirsiniz. Buyurun, oturun.

General oturur. İki asker, iki insan birbirini anlamakta gecikmezler. Biri karşısındakinin nasıl kutsal bir dava peşinde olduğunu, öbürü de ötekinin hala hasım durumunda olan bir devletin generali olmakla birlikte ne denli insanca düşündüğünü görür.

General hayran kaldığı yeni dostuna birkaç gün konuk olduktan sonra ayrılmak için izin isteyince paşa şöyle bir öneride bulunur:

- Ben Ankara’ya döneceğim. Orada, içlerinde sizin doğrudan doğruya kendi dilinizle konuşabileceğiniz kimseler de bulunan arkadaşlarım var. İster misiniz birlikte gidelim ? Onlarla da tanışmış olursunuz.

Ankara’ ya dönüyorlar. General orada yeni tanıdıklar ediniyor. Yurduna dönmek üzere vedalaşırken paşa ona soruyor :

- Arkadaşlarımı nasıl buldunuz?

- Çok centilmen insanlar, ancak korkarım ki içlerinde sizi benim anladığım ölçüde henüz anlamamış olanlar vardır.

Paşanın karşılığı şu olmuş:

- Bunu biliyordum. Fakat bu halin size de sezdirilecek bir derecede olduğunu şimdi anlamış oluyorum.

Paylas