bilin.gif

TARIKAT GERÇEGI
ERMENI OLAYLARI
ATATURK'TEN ANILAR
BILIYORMUSUNUZ?
ISTIKLAL MAHKEMELERI
ATATURK

İSLAMİYETTEKİ OTORİTE MÜCADELESİ, MEZHEPLER VE TARİKATLARIN ORTAYA ÇIKIŞI

 

İslamiyette Hz.Muhammet’in ölümünden sonra “Dört Halife Dönemi” adı verilen bir dönem yaşanmıştır. Hz. Muhammet, Peygamber olması nedeniyle dini bir liderdir. Ancak ortada bir devlet vardır ve bu devletin yönetilmesi söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında Hz.Muhammet aynı zamanda bir devlet başkanıdır yani siyasi bir liderdir.

 

 Onun ölümünden sonra devleti yönetecek bir lider gereklidir. Bu lideri sahabe, yani peygamberin yakın arkadaşları seçecektir. Bu lidere de Halife ünvanı verilecektir. Halifeler Hz. Muhammet gibi hem dini hem de siyasi lider değildir. Tanımlama yapılacak olursa dini otoriteyi de kullanan siyasi lider denebilir.       

 

 

Hz.Muhammet’ten sonra Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer döneminde liderlikle ilgili bir sorun yaşanmamıştır. Her iki halife de peygamberle aynı aileden, Haşimi ailesinden gelmektedir. Haşimi ve Ümeyye, ailesi İslamiyetten önce Mekke’ye hakim olan Kureys Kabilesinin, Mekkeyi yönetmek için birbiriyle sürekli mücadele halinde olan iki ailesidir. Hz.Ömer’in ölümüyle yerine Ümmeyye ailesine mensup Hz.Osman’ın geçmesi ve kendi ailesini kayıran uygulamalar yapması, İslamiyetten önceki siyasi çekişmeleri yeniden su yüzüne çıkarmıştır.

 

 Bu huzursuzlukların bir sonucu olarak Hz.Osman’ın bir suikast sonucu öldürülmesi ve yerine geçen Hz.Ali-nin bu cinayeti aydınlatmada gerekli çabukluğu gösterememesi, Ümeyye ailesine mensup olan Şam Valisi Muaviye tarafından gerekçe olarak gösterilecek ve Muaviye kendisini halife ilan edecektir. Böylelikle İslam Devletinde iki halife ortaya çıkacaktır.

 

Hz.Ali ve Muaviye’nin dini liderlik değil, siyasi liderlik (Halifelik) mücadelesi iki tarafın ordularını Sıffin Savaşında karşı karşıya getirmiştir. Yapılan savaşta kesin bir sonuç alınamayınca sorunun Hakemler tarafından çözülmesine karar verilmiştir. Hakem olayında Muaviye’nin hakemi Amr İbnül As’ın, Ali’nin hakemi Ebu Musa El Eşariyi kandırması iki tarafı tekrar savaş durumuna getirmiştir. Hz.Ali-nin daha fazla kan dökülmemesi için kuvvetlerini geri çekmesi üzerine iktidar mücadelesi bir çözüme kavuşturulamamıştır. Ali, Basra’da Halifelik yaparken Muaviye, Şam’da Halifeliğini sürdürecektir.

 

 Bir süre sonra iki lidere de yapılan suikastten Muaviyenin sağ çıkması ve Ali’nin ölmesi üzerine tek bir halife kalacaktır. Muaviye’nin Ali’nin oğulları olan Hasan ve Hüseyin’e kendi ölümünden sonra Halifeliğin kendilerine geçeceğine dair verdiği sözü tutmayıp oğlu Yezit’i Velihat ilan etmesi anlaşmazlıkları tekrar su yüzüne çıkaracaktır.

 

 Yezit’in Halife olduktan sonra Hz.Hüseyin’i Kerbelada öldürttürmesi İslam’daki bölünmeyi net bir şekilde ortaya çıkaracaktır. Muaviye taraftarları ve onun soyundan gelenlerin egemen oldukları bölgelerdeki insanlar, kendilerini Ehl-i Sünnet veya Sünni, Hz.Ali’nin soyundan gelenlerin ve Basra, İran ve Horasanda yaşayan insanların ise Ehl-i Şia yada Şii olarak adlandırmasıyla, islam dini ikiye bölünecektir. Kısacası Hz.Muhammet’in ölümüyle ortaya çıkan siyasi liderlik mücadelesine din kisvesi büründürülmesi, İslam dininin bölünmesine, Sünnilik ve Şiilik adı verilen iki mezhebin ortaya çıkmasına sebep olacaktır.

 

Daha sonraki yüzyıllarda değişik din adamlarının İslam dinini şekil ve esas açısından farklı niteliklerde yorumlamaları sonucu Sünnilikte, Hanefilik, Hambelilik, Malikilik  ve Şafiilik,

 

Şiilikte ise Caferilik, İsmailiye Zeydilik ve İmamilik gibi alt mezhepler ortaya çıkacaktır.

 

Sünni mezheplerle Şii mezhepler arasındaki en belirgin fark, İmanın altı şartı (Meleklere İman, Kitaplara İman, Peygamberlere İman, Ahiret Gününe İman, Kadere İman, Hayır ve Şer'in’Allahtan geldiğine İman) dışında Şiilerin on iki imam’a iman etmeleridir. Şiilere göre on bir imam gelmiş ve Şiiliğin temel öğretisini oluşturmuştur. On ikinci imam ise (İmam-ı Gaib) henüz gelmemiştir. On ikinci imam , Mehdi (Kurtarıcı) olarak beklemektedirler. Aradaki fark şekilde değil, özde olduğu için yani teolojik bir fark olduğu için Sünniler tarafından Şiilik reddedilmektedir.

 

Mezheplerin  öğretilerinin yayılması için zamanla çok değişik bölgelerde açılan Tekkelerde yetişen binlerce din adamı kendi mezhepleri içinde kendi yorumlarını ortaya koymuş ve böylelikle “Tarikat” adını verdiğimiz din örgütlenmeleri ortaya çıkmıştır. Bunların başlıcaları şunlardır. :

 

                        SÜNNİ TARİKATLAR                            Şİİ TARİKATLAR

                        Eş’arilik                                                           Batınilik

                        Maturidilik                                                      Haşhaşilik

                        Halvetilik                                                        Bektaşilik

                        Ahilik                                                              Dürzilik

                        Bayramilik                                                      Hurufilik

                        Celvetilik                                                        Hüsnilik

                        Cemalilik                                                         Karmatilik

                        Cerrahilik                                                        Kazerunilik

                        Kadirilik                                                          Mudarilik

                        Kalenderilik                                                    Nusayrilik

                        Melamilik                                                        Vasililik

                        Nakşibendilik

                        Ticanilik

                        Şazelilik

Başlıca sayılan bu tarikatların her biri, onlarca alt tarikata bölünmüştür. Örneğin Şazelilik kendi içinde Arifilik, Bekrilik, Cezulilik, Fuadililik, Gazilik, Madavilik, Mustailik, Mürsilik, Nasırilik, Raşidilik, Şerefilik, Vefailik ve Zekurilik gibi on üç alt tarikata bölünmüştür. 

           

              Tarikat ve tekke örgütlenmesi, şeyh ile tarikat mensubu mürit arasında, şeyh’e koşulsuz itaat esasına dayanan bir yapılanmadır.

 

               Şeyh mutlak doğruları söyleyen, mutlak doğruları yapan, mutlak itaat edilmesi gereken muhterem bir kişidir. Şeyh asla hata yapmaz. Müritin görevi olgunluk düzeyine yükselene kadar bir takım eziyetlere, çilelere katlanmaktır.

 

                Örneğin tarikatlardan birine girecek olan kişi tarikatın bir üyesi olana kadar üç yıl dokuz gün şu görevleri yapmak zorundadır. 40 gün dört ayaklı hayvanların bakımı 40 gün süpürge işi, 40 gün su çekme, 40 gün yatak serme ve kaldırma, 40 gün odun kesmek, 40 gün yemek pişirmek, 40 gün alış veriş yapmak, 40 gün dervişler meclişine hizmet etmek. Bu görevlerin bitiminden sonra üç yıl dokuz gün tamamlanana kadar bu işler baştan başlayarak tekrar edilir.

           

                 Buradan da görüleceği gibi tarikat örgütlenmesi bünyesine alacağı bir kişinin öncelikle kişilik özelliklerini yok edecek, düşünmeden, araştırmadan koşulsuz itaat eden müritler yaratmayı amaçlamaktadır. Bu süreçten geçen bir kişi, Şeyhinin ve tarikatın ileri gelenlerinin söylediklerini mutlak doğru olarak kabul edip verdikleri görevleri düşünmeden, tartışmadan, görüş öne sürmeden yapmaktadır.

           

                 Buna en belirgin örnek olarak Hasan Sabbah’ın Haşhaşilik tarikatı verilebilir. Hasan Sabbah’ın Alamut kalesinde yetiştirilen müritler, daha sonra kendilerine verilen görev doğrultusunda, öldürüleceklerini bile bile pek çok kişiye suikast yapmışlar ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde dehşet saçmışlardır.

                  İsrail’de vücutlarına bağladıkları bombalarla insanların kalabalık olduğu yerleri havaya uçuran ve yüzlerce insanın ölümüne sebep olan Haimas miltanlarının

 

                  ve Almanya’da örgütlenmiş İslami Cemiyet ve Cemaatler Birliğinin başında bulunan Metin KAPLAN’ın verdiği direktif doğrultusunda kiraladıkları bomba dolu uçakla 29 Ekim 1998’de Anıtkabire intihar dalışı yapmayı planlayan militanların, organizasyon, amaç, yöntem ve uygulama açısından Hasan Sabbah’ın Müritlerinden hiçbir farkı yoktur.

           

                  Kısacası, Tarikat örgütlenmeleri, bir şeyhin mutlak güdümünde düşünme ve aklını kullanma becerisinden yoksun bırakılmış, şeyhinin her söylediğini mutlak doğru olarak kabul eden yaratıklar sürüsü yetiştirmeyi amaç edinmiş, İslam ve İnsanlık düşmanı oluşumlardır.

TÜRKLERİN İSLAMİYETE GİRİŞİ, AYRILIKLAR VE ANADOLU İSLAM ANLAYIŞI

 

Türkler, Sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren İslam dinine girmeye başlamışlardır. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulmasından kısa bir süre sonra da Tuğrul Bey döneminde Abbasi Halifesi Türklerin koruması altına girmiştir. Bundan sonra Türkler İslam dininin hem bayraktarlığını hem de korumalığını yapmışlardır.

 

Anadolu’ya göç eden Türkler göç yolları üzerindeki İslam mezheplerinden etkilenmişler ve bu mezheplere girmişlerdir. Genel bir değerlendirme yaparsak Anadoluda yerleşik hayata geçen Türkler daha çok sünni mezhepleri tercih etmişler, göçebe yaşayanlar ise islam dininin kurallarıyla, Türk gelenek ve göreneklerini kaynaştırarak Alevi İslam anlayışını ortaya çıkarmışlardır.

 

 Türkler hangi mezhepten olurlarsa olsunlar İslam dinini geniş bir hoşgörü çerçevesi içinde ele almışlar ve bu çerçevede yaşamışlardır. Bu hoşgörüyü hem kendi dinlerinden olanlara hem de başka dinden olanlara alabildiğine göstermişlerdir. Gerek Sünniliği gerekse Aleviliği benimsemiş olan Türkler asla biribirleriyle çatışmaya girmemişlerdir. Anadolu’daki Sünni ve Alevi anlayışının iki somut oluşumu olan Mevlevilik ve Bektaşiliğin temel felsefesi, insan sevgisi ve hoş görüdür. Araplar daha dört halife döneminde İslamı siyasallaştırmışken Türkler toplum dokusunun güçlenmesinde önemli bir katkı olarak değerlendirmişlerdir.

 

 

ATATÜRK REFORMLARI, DEVLET VE TOPLUM YAŞAMINA AKIL VE BİLİMİN EGEMEN OLMASI

 

Atatürk, Çağdışı bir devletin çağdışı toplum yapısını yaşayarak yetişmiştir. Böyle bir devlet ve toplum yapısıyla hiçbir şey yapılamayacağını daha okul sıralarındayken anlamıştır. Başarılı meslek yaşamı, milletine önderlik etme fırsatını kendisine tanıyınca, özellikle siyasi bağımsızlığı sağlayıcı mücadeleyi, yani  Türk Kurtuluş Savaşını başarıyla sonuçlandırmış, ardından çok daha zor olan toplumsal dönüşüm hareketini başlatmıştır.

 

Öncelikle, toplumsal dönüşümü sağlamanın ön koşulu olan çağdışı saltanat rejimi kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş ve halifeliğin kaldırılmasıyla siyasi altyapı hazırlanmıştır.

 

Ardından 3 Mart 1924 tarihinde, fetvalar aracılığıyla devlet ve toplum yapısını dinsel dogmalara uygun hale getiren, Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak devlet ve toplum yapısını laikleştirmenin temeli atılmıştır. Çağdışı eğitim kurumları kaldırılarak, Eğitim ve Kültür alanında ard arda büyük atılımlar yapılmıştır. Türk toplumunu çağdışı kılan uygulamalar birer birer kaldırılarak çağdaş topluma giden yolun önü açılmıştır. Hukuk sistemi baştan sona pozitif hukukun gerekleriyle donatılmıştır. “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir.” Felsefesiyle, devlet ve toplum yaşamına egemen olan kuralların akla ve bilime dayandırılması demek olan Laiklik, bir yaşam tarzı olarak benimsenmiştir.

 

 “Ben size hiçbir dogma, hiçbir nassı katı, hiçbir donnuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir. Aklın ve bilimin rehberliğini kabul edenler, manevi mirasçılarım olurlar” sözüyle akıl ve bilim temeliyle kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” gençlere emanet etmiştir.

 

ATATÜRK REFORMLARI, DEVLET VE TOPLUM YAŞAMINA AKIL VE BİLİMİN EGEMEN OLMASI

 

Atatürk, Çağdışı bir devletin çağdışı toplum yapısını yaşayarak yetişmiştir. Böyle bir devlet ve toplum yapısıyla hiçbir şey yapılamayacağını daha okul sıralarındayken anlamıştır. Başarılı meslek yaşamı, milletine önderlik etme fırsatını kendisine tanıyınca, özellikle siyasi bağımsızlığı sağlayıcı mücadeleyi, yani  Türk Kurtuluş Savaşını başarıyla sonuçlandırmış, ardından çok daha zor olan toplumsal dönüşüm hareketini başlatmıştır.

 

Öncelikle, toplumsal dönüşümü sağlamanın ön koşulu olan çağdışı saltanat rejimi kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş ve halifeliğin kaldırılmasıyla siyasi altyapı hazırlanmıştır.

 

Ardından 3 Mart 1924 tarihinde, fetvalar aracılığıyla devlet ve toplum yapısını dinsel dogmalara uygun hale getiren, Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak devlet ve toplum yapısını laikleştirmenin temeli atılmıştır. Çağdışı eğitim kurumları kaldırılarak, Eğitim ve Kültür alanında ard arda büyük atılımlar yapılmıştır. Türk toplumunu çağdışı kılan uygulamalar birer birer kaldırılarak çağdaş topluma giden yolun önü açılmıştır. Hukuk sistemi baştan sona pozitif hukukun gerekleriyle donatılmıştır. “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir.” Felsefesiyle, devlet ve toplum yaşamına egemen olan kuralların akla ve bilime dayandırılması demek olan Laiklik, bir yaşam tarzı olarak benimsenmiştir.

 

 “Ben size hiçbir dogma, hiçbir nassı katı, hiçbir donnuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir. Aklın ve bilimin rehberliğini kabul edenler, manevi mirasçılarım olurlar” sözüyle akıl ve bilim temeliyle kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” gençlere emanet etmiştir.

 

KARŞI DÖNÜŞÜM HAREKETİ VE TÜRK MİLLETİNİ ÇAĞ DIŞINA SÜRÜKLEME ÇABALARI

 

Cumhuriyet Dönemiyle beraber Atatürk, dini otoriteyi, siyasi otoritenin egemenliği altına almaya çalışmamış, dini, otorite olmaktan çıkararak insanların vicdanına bırakmıştır. Yasal ve Anayasal düzenlemelerle halkın dini duygularının istismar edilmesinin önüne geçilmiştir.           

 

Türkiye’de çok partili döneme geçişle birlikte çok farklı siyasi düşünceler, belli bir program çerçevesinde siyasi parti örgütlenmeleri  içinde temsil edilmeye başlanmıştır. Parti programlarıyla halkın karşısına çıkıp iktidar için oy isteyen siyasi partiler, zaman içinde kendi parti programlarında ve söylemlerinde dini motiflerden yararlanmaya başlamışlardır. Halkın dini duygu ve düşüncelerini istismar ederek siyasi çıkar sağlamaya çalışan politikacılar bu uğurda Atatürk döneminde alınan önlemleri, yasalara aykırı bir biçimde yaptıkları uygulamalarla etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır. Siyasi çıkar uğrunda, Cumhuriyetin ilk döneminde kapatılan ve yer altına inen tarikatlar, bu konudaki yasalar hiçe sayılarak meşru hale getirilmeye çalışılmış , hatta bu tarikat şeyhleriyle oy pazarlığına girişilmiştir. Bu uğurda tarikat ileri gelenleri Meclise seçilmiş, hatta siyasetin üst kademelerine kadar yükselebilmiştir. Din, siyasete alet edilirken, gerek devlet ve gerekse toplum yaşantısında dinsel motifler ön plana çıkarılmıştır. Din istismarına çanak tutan, hatta bunu bizzat yapan siyasi partiler iktidara geldikleri dönemlerde, devlet kadrolarına kendi yandaşlarını yerleştirmek için ellerinden gelen bütün gayreti göstermişlerdir.

 

 

 

Aydın din adamı yetiştirmek amacıyla açılan imam Hatip Okullarının niteliği değiştirilerek sayıları arttırılmış ve adeta belli bir siyasi düsüncenin yeşerdiği alanlar haline getirilmiştir. Buradan yetişen gençlerin, Eğitim Fakülteleri ile Siyasal Bilimler Fakültelerinin Kamu Yönetimi bölümü ve Hukuk Fakültelerine girmeleri özendirilmiş ve geleceğin öğretmen, Kaymakam, Vali, Hakim ve Savcıların kendi düşüncelerinden olmaları için gerekli altyapı hazırlanmıştır.

 

  Tarikat örgütlenmesine büyük önem verilmiş, bizzat bazı devlet görevlilerinin koruma ve gözetimi altında tüm ülke çapına yayılmıştır. Camilerde, resmi ve denetim dışı Kuran Kurslarında İmam Hatip Okullarında, dini vakıf ve derneklerde, özel pansiyon ve yurtlarda, medrese adı verilen yasadışı, gizli eğitim kurumlarında, yurtiçi ve yurt dışında açılmış özel okullarda belli tarikatların söylem ve öğretileri gencecik beyinlerimize belletilerek adeta militan yetiştirilmiş ve bu faaliyetler tabana yayılarak, devletin siyasetin ve toplumun dinselleştirilmesi çalışmalarında önemli mesafeler alınmıştır.

 

Kendi nesillerini yetiştirme doğrultusunda, “amaca giden her yol mübahtır prensibinden hareketle, Cumhuriyet’e, laik toplum yapısına, laik ve demokratik sitemin kurucusu olan Atatürk ve onun mücadele arkadaşlarına, her türlü yalan ve iftira ile saldırmaktan kaçınmamış hatta bunu, mücadelelerinin en başta gelen gereği saymışlardır.

Türk toplumunu milletten ümmete, çağdaşlıktan çağ dışılığa, aydınlıktan karanlığa sürüklemek için büyük gayret sarfetmişler, insanların kafasına “din” adına, dinle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yığın safsatayı sokmaya çalışmışlar ve bunda önemli başarılar elde etmişlerdir.

 

Örneğin Nakşibendilere göre kadın saptırıcıdır, erkeğe göre eksiktir, duygularının geçici isteklerinin esiridir,kadın eli sıkılmaz, kadınla konuşulmaz, kaçınılmaz bir durum sonucu konuşulursa onun yüzüne bakmakla doğru değildir, kötü eğilimlere yol açar. Kadınla karşılaşınca öne, yere bakmak gerekir. Yolda kadının önde erkeğin arkada yürümesi şeytana uymaktır. Kadın kesinlikle örtünmelidir. Gerekmedikçe dışarı çıkmamalıdır. Kadını kocası dövebilir, Kadın yalnızca Kur’an dinlemeyi ve okumayı öğrenmelidir. Kadının evinin dışında bir görevi ve işi olamaz.

 

 Bir kızda, kadınlık belirtileri görülmeye başlayınca evlendirilmelidir. Evlendirilmezse bir takım sapmalara ana babaya karşı dik başlılık etmeye yol açar. Nakşi olmayana kız verilmez ve Nakşi olmayandan kız alınmaz. Zekat, sadaka ve kurban ancak Nakşibendiler için hizmet veren kişi ve kurumlara verilmelidir. Nakşibendiliğe aykırı davrananlar suçludur. Suçlular şeyhin emriyle başı kesilerek öldürülmelidir. Kan akmalıdır ki toprak suça tanıklık  etsin. Radyo, telefon, televizyon ve sinemadan uzak durulmalıdır. Giyim kuşam şeklini şeyh belirler. Erkeklerin alta şalvar ,üstte cübbe giymeleri ve sarık sarmaları zorunludur. Gömlek giyildiğinde yakasız gömlek tercih edilir ve beden hatlarını ortaya çıkarıp kadınlarda şehvet uyandırmamak için gömlek şalvarın içine sokulmaz. Kadını kendisiyle evlenmesi yasak olmayan bir kimse ile el sıkışırsa el zinası yapmış sayılır. Herhangi bir mekanda bir erkekle göz göze gelmek göz zinasıdır. Bir erkekle bir kadının konuşması dil zinasıdır. Erkek elinin değdiği iç çamaşırlarını giyen bir kadın zina yapmış sayılır. Bu nedenle giysilerin kadın elinden çıkması gereklidir.

 

Nakşibendiliğin bir kolu olup, daha sonra kendi mecrasında gelişen bir diğer tarikat da Nur tarikatı veya Nurculardır. Tarikat ismini Said-i Nursiden alır. Said-i Nursi tarafından kaleme alınan 130 civarında risale, Nur öğretisinin temelini oluşturur. Yukarıda belirttiğimiz. Nakşibendilerin benimsedikleri esasları aynen benimserler. Gizli olarak açtıkları medreselerde, Said-i Nursinin hemen tamamı dinle ilgisi olmayan, saçma sapan bilgileri öğrencilerine öğretirler.

 

Nurculara göre Said-i Nursi yüceltilmesi gereken adeta peygamberlerle eşdeğer bir kişiliktir. Said-i Nursi için kullanılan “Muhterem Üstadım efendim hazretleri, bülbül-ü bağıstan-ı Kur’an, eyyülhel üstad-ül muhterem, üstad-ı ekremin efendim hazretleri” hitabı sanırım bunun örneğidir.

 

 Said-i Nursi risalelerin bir güç tarafından kendisine yazdırıldığını yani bir bakıma peygamber olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmektedir. “Artık senelerce ilim tahsili için koşup yorulmaya ve vilayet yollarında kırk sene seyahat etmeye ihtiyaç kalmadı. Aziz arkadaşımız gözünü aç,gerçeği bu yakın zamanda risale-i Nur’da bulacaksın, evet aziz üstadımız (bir sene risaleleri ve bu dersleri kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir alimi olabilir) müjdesini ve tesellisini insanlığa vermek ancak size nasip olmuştur” gibi özlü sözlerle Nur risalelerini yüceltmektedir.

 

Nur risalelerinde pek çok konunun yanında “Din kitapları asırlardır haber verdiği halde ilim adamlarının çözemedikleri bir gerçek vardır ki o da, 7 kat arştır. 7 kat arştan maksat, Dünya, Merih, Erendiz, Sekendiz, Uranus, Neptün, Piliton gezegenleridir. Erendiz arş-ı âzamdır, dördüncü kat sema olan Sekendiz, cennettir, Piliton’un uyduları olan sitreyi münteha, güneşin kürsi, arzı tilek ve çulpan ise cehennemdir”

 

 veya “3000 sene sonra, Türkiye’de yazlar soğuk kışlar ise sıcak olacaktır” gibi önemli (!), derin (!) bilimsel tespitlerde bulunulmaktadır.

 

Said-i Nursi-ye göre “Nur risalelerini okuyan kişi, okuduğundan hiçbir şey anlamasa da bu risalelerin şahs-ı manevisi sayesinde alim olmuş sayılır.”

21 nci yüzyılın eşiğinde insanlarımız böyle saçma sapan öğretilerle akıl ve bilim ekseninden uzaklaştırılmaya ve ortaçağ Avrupasındaki karanlığa mahkum edilmeye çalışılmaktadır.

 

 

 

 

SONUÇ

 

Atatürk’ün açmış olduğu Aydınlanma Çağında Türk milleti önemli mesafeler katetmiştir. Akıl ve bilimi temel alan bir nesil yetiştirilmiştir. Bu nesil, 21 nci yüzyıl Türkiye’sinin mimarı olacak bir nesildir.

 

Ancak, Türkiye’de bunun yanında bilerek yada bilmeyerek çok büyük bir hata yapılmıştır. Bu hata çağdaş, bir neslin karşısında değişik kurum ve kuruluşlarda yetiştirilen bağnaz bir nesil çıkarmak olmuştur. Bu iki nesil, birbirinin tez ve antitezidir.

 

 Bu iki neslin uzlaşması imkansızdır. Cumhuriyet Türkiye’sinde demokrasinin ve çağdaş devletin imkanlarından ve ortamından yararlanarak yetiştirilen, kul ve mürit özelliklerine sahip nesil, mutlaka ve mutlaka gün gelecek kendi inandırıldıkları rejimi oluşturmak için çağdaş kadrolarla açık bir çatışma içine girecektir. Bu çatışmayı inançlarının bir gereği saymaktadırlar. Devlet, kendini yıkabilecek potansiyel tehlikeyi kendi eliyle oluşturmuştur. Bu kesimin en büyük ve en etkili silahı din istismarıdır. Din istismarı ile büyük kitlelerin harekete geçirilebilmesi, yaşanan örneklerden de görüldüğü üzere mümkündür. Bu tehlikenin görülememesi veya savsaklanmasının  en önemli sebebi, olayın bir inanç meselesi olarak değerlendirilmesidir. Hatta bu doğrultuda demokratik ve çağdaş bazı aydın ve devlet adamları bu kesimle uzlaşma arayışı içine girmişlerdir.

 

Ancak unutulmaması gereken bir şey vardır. Demokratik ve çağdaş nitelikli insan tartışabilir, görüşlerinde düzeltme yapabilir, uzlaşma uğrunda bazı tavizlerde bulunabilir. Dogmatik nitelikli insan ise asla uzlaşamaz. Uzlaşmaması inandığı dogmaların kaçınılmaz sonucudur. Uzlaşma bir takım tavizleri gerektirir. Oysa bu tipte bir kişi taviz verdiği anda, inançlarının gereklerine aykırı hareket ettiğine inanır. Günahkar hatta kafir olduğuna inanır. Bu nedenle uzlaşmaya çalışan çağdaş aydın sadece karşı tarafa taviz verir ve kendi kendini aldatır.

 

Türk insanını ve Türk toplumunu bu inanç cellatlarının elinden kurtarmanın en etkili yolu gerekli toplumsal ve siyasal iradeyi gösterip onların yöntem ve teknikleriyle en iyi mücadele yöntemini, yani hukuku kullanmak ve insanlarımızın inançlarına konan ipoteği kaldırmaktır. Onları çağdışı eğitim ve öğretim olanaklarından yoksun bırakmak, çağdaş eğitim kurumlarında düşünen, sorgulayan, aklını kullanma becerisiyle azami donatılmış nesiller yetiştirmektir.

 

Türk insanının kendi geleceğine yönelik önünde iki terchi vardır.Çağ dışı dogmalara mahkum,ümmetçilik esasına dayalı,şeyhinin söylediklerine koşulsuz itaat eden,kul ve mürit olmayı erdem sayan,bir kişinin veya grubun güdümünde yönetilen çağ dışı bir toplum mu olacaktır?

 

Yoksa, Atatürkçü Düşünce Sistemi’ni,çağdaş ve evrensel değerleri benimsemiş,Atatürk Milliyetçiliği’ne bağlı,aklı ve bilimi temel hareket noktası alan,laik ve demokratik bir toplum mu olacaktır?... Türk insanının engin sağ duyusuyla gerçek yolu yani Atatürk’ün gösterdiği akıl ve bilim yolunu seçeceğine inancımız tamdır.

Paylas