İSLAMİYETTEKİ OTORİTE MÜCADELESİ, MEZHEPLER
VE TARİKATLARIN ORTAYA ÇIKIŞI
İslamiyette Hz.Muhammet’in ölümünden
sonra “Dört Halife Dönemi” adı verilen bir dönem yaşanmıştır. Hz. Muhammet, Peygamber
olması nedeniyle dini bir liderdir. Ancak ortada bir devlet vardır ve bu devletin yönetilmesi söz konusudur. Bu
açıdan bakıldığında Hz.Muhammet aynı zamanda bir devlet başkanıdır yani siyasi
bir liderdir.
Onun
ölümünden sonra devleti yönetecek bir lider gereklidir. Bu lideri sahabe, yani peygamberin yakın arkadaşları
seçecektir. Bu lidere de Halife ünvanı verilecektir. Halifeler Hz. Muhammet gibi hem dini hem de siyasi lider değildir.
Tanımlama yapılacak olursa dini otoriteyi de kullanan siyasi lider denebilir.
Hz.Muhammet’ten sonra Hz.Ebubekir
ve Hz.Ömer döneminde liderlikle ilgili bir sorun yaşanmamıştır. Her iki halife de peygamberle aynı
aileden, Haşimi ailesinden gelmektedir. Haşimi ve Ümeyye, ailesi İslamiyetten önce Mekke’ye hakim olan
Kureys Kabilesinin, Mekkeyi yönetmek için birbiriyle sürekli mücadele halinde olan iki ailesidir. Hz.Ömer’in ölümüyle
yerine Ümmeyye ailesine mensup Hz.Osman’ın geçmesi ve kendi ailesini kayıran uygulamalar yapması, İslamiyetten
önceki siyasi çekişmeleri yeniden su yüzüne çıkarmıştır.
Bu
huzursuzlukların bir sonucu olarak Hz.Osman’ın bir suikast sonucu öldürülmesi ve yerine geçen Hz.Ali-nin bu
cinayeti aydınlatmada gerekli çabukluğu gösterememesi, Ümeyye ailesine mensup olan Şam Valisi Muaviye tarafından
gerekçe olarak gösterilecek ve Muaviye kendisini halife ilan edecektir. Böylelikle İslam Devletinde iki halife ortaya
çıkacaktır.
Hz.Ali ve Muaviye’nin dini
liderlik değil, siyasi liderlik (Halifelik) mücadelesi iki tarafın ordularını Sıffin Savaşında
karşı karşıya getirmiştir. Yapılan savaşta kesin bir sonuç alınamayınca sorunun
Hakemler tarafından çözülmesine karar verilmiştir. Hakem olayında Muaviye’nin hakemi Amr İbnül As’ın,
Ali’nin hakemi Ebu Musa El Eşariyi kandırması iki tarafı tekrar savaş
durumuna getirmiştir. Hz.Ali-nin daha fazla kan dökülmemesi için kuvvetlerini geri çekmesi üzerine iktidar mücadelesi
bir çözüme kavuşturulamamıştır. Ali, Basra’da Halifelik yaparken Muaviye, Şam’da Halifeliğini
sürdürecektir.
Bir
süre sonra iki lidere de yapılan suikastten Muaviyenin sağ çıkması ve Ali’nin ölmesi üzerine tek
bir halife kalacaktır. Muaviye’nin Ali’nin oğulları olan Hasan ve Hüseyin’e kendi ölümünden
sonra Halifeliğin kendilerine geçeceğine dair verdiği sözü tutmayıp oğlu Yezit’i Velihat ilan
etmesi anlaşmazlıkları tekrar su yüzüne çıkaracaktır.
Yezit’in
Halife olduktan sonra Hz.Hüseyin’i Kerbelada öldürttürmesi İslam’daki bölünmeyi net bir şekilde ortaya
çıkaracaktır. Muaviye taraftarları ve onun soyundan gelenlerin egemen oldukları bölgelerdeki insanlar,
kendilerini Ehl-i Sünnet veya Sünni, Hz.Ali’nin soyundan gelenlerin ve Basra, İran ve Horasanda yaşayan insanların
ise Ehl-i Şia yada Şii olarak adlandırmasıyla, islam dini ikiye bölünecektir. Kısacası Hz.Muhammet’in
ölümüyle ortaya çıkan siyasi liderlik mücadelesine din kisvesi büründürülmesi, İslam dininin bölünmesine, Sünnilik
ve Şiilik adı verilen iki mezhebin ortaya çıkmasına sebep olacaktır.
Daha sonraki yüzyıllarda değişik
din adamlarının İslam dinini şekil ve esas açısından farklı niteliklerde yorumlamaları
sonucu Sünnilikte, Hanefilik, Hambelilik, Malikilik ve Şafiilik,
Şiilikte ise Caferilik, İsmailiye
Zeydilik ve İmamilik gibi alt mezhepler ortaya çıkacaktır.
Sünni mezheplerle Şii mezhepler arasındaki
en belirgin fark, İmanın altı şartı (Meleklere İman, Kitaplara İman, Peygamberlere İman,
Ahiret Gününe İman, Kadere İman, Hayır ve Şer'in’Allahtan geldiğine İman) dışında
Şiilerin on iki imam’a iman etmeleridir. Şiilere göre on bir imam gelmiş ve Şiiliğin temel
öğretisini oluşturmuştur. On ikinci imam ise (İmam-ı Gaib) henüz gelmemiştir. On ikinci imam
, Mehdi (Kurtarıcı) olarak beklemektedirler. Aradaki fark şekilde değil, özde olduğu için yani teolojik
bir fark olduğu için Sünniler tarafından Şiilik reddedilmektedir.
Mezheplerin
öğretilerinin yayılması için zamanla çok değişik bölgelerde açılan Tekkelerde yetişen
binlerce din adamı kendi mezhepleri içinde kendi yorumlarını ortaya koymuş ve böylelikle “Tarikat”
adını verdiğimiz din örgütlenmeleri ortaya çıkmıştır. Bunların başlıcaları
şunlardır. :
SÜNNİ TARİKATLAR
Şİİ TARİKATLAR
Eş’arilik
Batınilik
Maturidilik
Haşhaşilik
Halvetilik
Bektaşilik
Ahilik
Dürzilik
Bayramilik
Hurufilik
Celvetilik
Hüsnilik
Cemalilik
Karmatilik
Cerrahilik
Kazerunilik
Kadirilik
Mudarilik
Kalenderilik
Nusayrilik
Melamilik
Vasililik
Nakşibendilik
Ticanilik
Şazelilik
Başlıca sayılan bu tarikatların her biri, onlarca alt tarikata bölünmüştür. Örneğin
Şazelilik kendi içinde Arifilik, Bekrilik, Cezulilik, Fuadililik, Gazilik, Madavilik, Mustailik, Mürsilik, Nasırilik,
Raşidilik, Şerefilik, Vefailik ve Zekurilik gibi on üç alt tarikata bölünmüştür.
Tarikat ve tekke örgütlenmesi, şeyh ile tarikat mensubu mürit arasında, şeyh’e koşulsuz itaat
esasına dayanan bir yapılanmadır.
Şeyh mutlak doğruları söyleyen, mutlak doğruları yapan, mutlak itaat edilmesi gereken muhterem
bir kişidir. Şeyh asla hata yapmaz. Müritin görevi olgunluk düzeyine yükselene kadar bir takım eziyetlere,
çilelere katlanmaktır.
Örneğin tarikatlardan birine girecek olan kişi tarikatın bir üyesi olana kadar üç yıl dokuz gün
şu görevleri yapmak zorundadır. 40 gün dört ayaklı hayvanların bakımı 40 gün süpürge işi,
40 gün su çekme, 40 gün yatak serme ve kaldırma, 40 gün odun kesmek, 40 gün yemek pişirmek, 40 gün alış
veriş yapmak, 40 gün dervişler meclişine hizmet etmek. Bu görevlerin bitiminden sonra üç yıl dokuz gün
tamamlanana kadar bu işler baştan başlayarak tekrar edilir.
Buradan da görüleceği gibi tarikat örgütlenmesi bünyesine alacağı bir kişinin öncelikle kişilik
özelliklerini yok edecek, düşünmeden, araştırmadan koşulsuz itaat eden müritler yaratmayı amaçlamaktadır.
Bu süreçten geçen bir kişi, Şeyhinin ve tarikatın ileri gelenlerinin söylediklerini mutlak doğru olarak
kabul edip verdikleri görevleri düşünmeden, tartışmadan, görüş öne sürmeden yapmaktadır.
Buna en belirgin örnek olarak Hasan Sabbah’ın Haşhaşilik tarikatı verilebilir. Hasan Sabbah’ın
Alamut kalesinde yetiştirilen müritler, daha sonra kendilerine verilen görev doğrultusunda, öldürüleceklerini bile
bile pek çok kişiye suikast yapmışlar ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde dehşet saçmışlardır.
İsrail’de vücutlarına bağladıkları bombalarla insanların kalabalık olduğu
yerleri havaya uçuran ve yüzlerce insanın ölümüne sebep olan Haimas miltanlarının
ve Almanya’da örgütlenmiş İslami Cemiyet ve Cemaatler Birliğinin başında bulunan Metin
KAPLAN’ın verdiği direktif doğrultusunda kiraladıkları bomba dolu uçakla 29 Ekim 1998’de
Anıtkabire intihar dalışı yapmayı planlayan militanların, organizasyon, amaç, yöntem ve uygulama
açısından Hasan Sabbah’ın Müritlerinden hiçbir farkı yoktur.
Kısacası, Tarikat örgütlenmeleri, bir şeyhin mutlak güdümünde düşünme ve aklını kullanma
becerisinden yoksun bırakılmış, şeyhinin her söylediğini mutlak doğru olarak kabul eden
yaratıklar sürüsü yetiştirmeyi amaç edinmiş, İslam ve İnsanlık düşmanı oluşumlardır.
TÜRKLERİN İSLAMİYETE GİRİŞİ, AYRILIKLAR
VE ANADOLU İSLAM ANLAYIŞI
Türkler, Sekizinci yüzyılın
sonlarından itibaren İslam dinine girmeye başlamışlardır. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun
kurulmasından kısa bir süre sonra da Tuğrul Bey döneminde Abbasi Halifesi Türklerin koruması altına
girmiştir. Bundan sonra Türkler İslam dininin hem bayraktarlığını hem de korumalığını
yapmışlardır.
Anadolu’ya göç eden Türkler
göç yolları üzerindeki İslam mezheplerinden etkilenmişler ve bu mezheplere girmişlerdir. Genel bir değerlendirme
yaparsak Anadoluda yerleşik hayata geçen Türkler daha çok sünni mezhepleri tercih etmişler, göçebe yaşayanlar
ise islam dininin kurallarıyla, Türk gelenek ve göreneklerini kaynaştırarak Alevi İslam anlayışını
ortaya çıkarmışlardır.
Türkler
hangi mezhepten olurlarsa olsunlar İslam dinini geniş bir hoşgörü çerçevesi içinde ele almışlar ve
bu çerçevede yaşamışlardır. Bu hoşgörüyü hem kendi dinlerinden olanlara hem de başka dinden
olanlara alabildiğine göstermişlerdir. Gerek Sünniliği gerekse Aleviliği benimsemiş olan Türkler
asla biribirleriyle çatışmaya girmemişlerdir. Anadolu’daki Sünni ve Alevi anlayışının
iki somut oluşumu olan Mevlevilik ve Bektaşiliğin temel felsefesi, insan sevgisi ve hoş görüdür. Araplar
daha dört halife döneminde İslamı siyasallaştırmışken Türkler toplum dokusunun güçlenmesinde
önemli bir katkı olarak değerlendirmişlerdir.
ATATÜRK REFORMLARI, DEVLET VE TOPLUM YAŞAMINA AKIL VE BİLİMİN EGEMEN OLMASI
Atatürk, Çağdışı bir devletin çağdışı toplum yapısını
yaşayarak yetişmiştir. Böyle bir devlet ve toplum yapısıyla hiçbir şey yapılamayacağını
daha okul sıralarındayken anlamıştır. Başarılı meslek yaşamı, milletine
önderlik etme fırsatını kendisine tanıyınca, özellikle siyasi bağımsızlığı
sağlayıcı mücadeleyi, yani Türk Kurtuluş Savaşını
başarıyla sonuçlandırmış, ardından çok daha zor olan toplumsal dönüşüm hareketini başlatmıştır.
Öncelikle, toplumsal dönüşümü sağlamanın ön koşulu olan çağdışı saltanat
rejimi kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş ve halifeliğin kaldırılmasıyla siyasi
altyapı hazırlanmıştır.
Ardından 3 Mart 1924 tarihinde, fetvalar aracılığıyla devlet ve toplum yapısını
dinsel dogmalara uygun hale getiren, Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak devlet ve toplum yapısını
laikleştirmenin temeli atılmıştır. Çağdışı eğitim kurumları kaldırılarak,
Eğitim ve Kültür alanında ard arda büyük atılımlar yapılmıştır. Türk toplumunu çağdışı
kılan uygulamalar birer birer kaldırılarak çağdaş topluma giden yolun önü açılmıştır.
Hukuk sistemi baştan sona pozitif hukukun gerekleriyle donatılmıştır. “Hayatta En Hakiki Mürşit
İlimdir.” Felsefesiyle, devlet ve toplum yaşamına egemen olan kuralların akla ve bilime dayandırılması
demek olan Laiklik, bir yaşam tarzı olarak benimsenmiştir.
“Ben size hiçbir dogma, hiçbir nassı katı, hiçbir
donnuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir.
Aklın ve bilimin rehberliğini kabul edenler, manevi mirasçılarım olurlar” sözüyle akıl ve bilim
temeliyle kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”
gençlere emanet etmiştir.
ATATÜRK REFORMLARI, DEVLET VE TOPLUM YAŞAMINA AKIL VE BİLİMİN
EGEMEN OLMASI
Atatürk, Çağdışı bir devletin çağdışı toplum yapısını
yaşayarak yetişmiştir. Böyle bir devlet ve toplum yapısıyla hiçbir şey yapılamayacağını
daha okul sıralarındayken anlamıştır. Başarılı meslek yaşamı, milletine
önderlik etme fırsatını kendisine tanıyınca, özellikle siyasi bağımsızlığı
sağlayıcı mücadeleyi, yani Türk Kurtuluş Savaşını
başarıyla sonuçlandırmış, ardından çok daha zor olan toplumsal dönüşüm hareketini başlatmıştır.
Öncelikle, toplumsal dönüşümü sağlamanın ön koşulu olan çağdışı saltanat
rejimi kaldırılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş ve halifeliğin kaldırılmasıyla siyasi
altyapı hazırlanmıştır.
Ardından 3 Mart 1924 tarihinde, fetvalar aracılığıyla devlet ve toplum yapısını
dinsel dogmalara uygun hale getiren, Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak devlet ve toplum yapısını
laikleştirmenin temeli atılmıştır. Çağdışı eğitim kurumları kaldırılarak,
Eğitim ve Kültür alanında ard arda büyük atılımlar yapılmıştır. Türk toplumunu çağdışı
kılan uygulamalar birer birer kaldırılarak çağdaş topluma giden yolun önü açılmıştır.
Hukuk sistemi baştan sona pozitif hukukun gerekleriyle donatılmıştır. “Hayatta En Hakiki Mürşit
İlimdir.” Felsefesiyle, devlet ve toplum yaşamına egemen olan kuralların akla ve bilime dayandırılması
demek olan Laiklik, bir yaşam tarzı olarak benimsenmiştir.
“Ben size hiçbir dogma, hiçbir nassı katı, hiçbir
donnuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir.
Aklın ve bilimin rehberliğini kabul edenler, manevi mirasçılarım olurlar” sözüyle akıl ve bilim
temeliyle kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”
gençlere emanet etmiştir.
KARŞI DÖNÜŞÜM HAREKETİ VE TÜRK MİLLETİNİ ÇAĞ DIŞINA
SÜRÜKLEME ÇABALARI
Cumhuriyet Dönemiyle beraber Atatürk, dini otoriteyi, siyasi otoritenin egemenliği altına almaya
çalışmamış, dini, otorite olmaktan çıkararak insanların vicdanına bırakmıştır.
Yasal ve Anayasal düzenlemelerle halkın dini duygularının istismar edilmesinin önüne geçilmiştir.
Türkiye’de çok partili döneme geçişle birlikte çok farklı siyasi düşünceler, belli bir
program çerçevesinde siyasi parti örgütlenmeleri içinde temsil edilmeye başlanmıştır.
Parti programlarıyla halkın karşısına çıkıp iktidar için oy isteyen siyasi partiler, zaman
içinde kendi parti programlarında ve söylemlerinde dini motiflerden yararlanmaya başlamışlardır.
Halkın dini duygu ve düşüncelerini istismar ederek siyasi çıkar sağlamaya çalışan politikacılar
bu uğurda Atatürk döneminde alınan önlemleri, yasalara aykırı bir biçimde yaptıkları uygulamalarla
etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır. Siyasi çıkar uğrunda, Cumhuriyetin ilk döneminde
kapatılan ve yer altına inen tarikatlar, bu konudaki yasalar hiçe sayılarak meşru hale getirilmeye çalışılmış
, hatta bu tarikat şeyhleriyle oy pazarlığına girişilmiştir. Bu uğurda tarikat ileri gelenleri
Meclise seçilmiş, hatta siyasetin üst kademelerine kadar yükselebilmiştir. Din, siyasete alet edilirken, gerek devlet
ve gerekse toplum yaşantısında dinsel motifler ön plana çıkarılmıştır. Din istismarına
çanak tutan, hatta bunu bizzat yapan siyasi partiler iktidara geldikleri dönemlerde, devlet kadrolarına kendi yandaşlarını
yerleştirmek için ellerinden gelen bütün gayreti göstermişlerdir.
Aydın din adamı yetiştirmek amacıyla açılan imam Hatip Okullarının niteliği
değiştirilerek sayıları arttırılmış ve adeta belli bir siyasi düsüncenin yeşerdiği
alanlar haline getirilmiştir. Buradan yetişen gençlerin, Eğitim Fakülteleri ile Siyasal Bilimler Fakültelerinin
Kamu Yönetimi bölümü ve Hukuk Fakültelerine girmeleri özendirilmiş ve geleceğin öğretmen, Kaymakam, Vali, Hakim
ve Savcıların kendi düşüncelerinden olmaları için gerekli altyapı hazırlanmıştır.
Tarikat örgütlenmesine büyük önem verilmiş, bizzat bazı
devlet görevlilerinin koruma ve gözetimi altında tüm ülke çapına yayılmıştır. Camilerde, resmi
ve denetim dışı Kuran Kurslarında İmam Hatip Okullarında, dini vakıf ve derneklerde, özel
pansiyon ve yurtlarda, medrese adı verilen yasadışı, gizli eğitim kurumlarında, yurtiçi ve yurt
dışında açılmış özel okullarda belli tarikatların söylem ve öğretileri gencecik beyinlerimize
belletilerek adeta militan yetiştirilmiş ve bu faaliyetler tabana yayılarak, devletin siyasetin ve toplumun
dinselleştirilmesi çalışmalarında önemli mesafeler alınmıştır.
Kendi nesillerini yetiştirme doğrultusunda, “amaca giden her yol mübahtır prensibinden
hareketle, Cumhuriyet’e, laik toplum yapısına, laik ve demokratik sitemin kurucusu olan Atatürk ve onun mücadele
arkadaşlarına, her türlü yalan ve iftira ile saldırmaktan kaçınmamış hatta bunu, mücadelelerinin
en başta gelen gereği saymışlardır.
Türk toplumunu milletten ümmete, çağdaşlıktan çağ dışılığa, aydınlıktan
karanlığa sürüklemek için büyük gayret sarfetmişler, insanların kafasına “din” adına,
dinle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yığın safsatayı sokmaya çalışmışlar
ve bunda önemli başarılar elde etmişlerdir.
Örneğin Nakşibendilere göre kadın saptırıcıdır, erkeğe göre eksiktir,
duygularının geçici isteklerinin esiridir,kadın eli sıkılmaz, kadınla konuşulmaz, kaçınılmaz
bir durum sonucu konuşulursa onun yüzüne bakmakla doğru değildir, kötü eğilimlere yol açar. Kadınla
karşılaşınca öne, yere bakmak gerekir. Yolda kadının önde erkeğin arkada yürümesi şeytana
uymaktır. Kadın kesinlikle örtünmelidir. Gerekmedikçe dışarı çıkmamalıdır. Kadını
kocası dövebilir, Kadın yalnızca Kur’an dinlemeyi ve okumayı öğrenmelidir. Kadının
evinin dışında bir görevi ve işi olamaz.
Bir kızda, kadınlık belirtileri görülmeye başlayınca
evlendirilmelidir. Evlendirilmezse bir takım sapmalara ana babaya karşı dik başlılık etmeye
yol açar. Nakşi olmayana kız verilmez ve Nakşi olmayandan kız alınmaz. Zekat, sadaka ve kurban ancak
Nakşibendiler için hizmet veren kişi ve kurumlara verilmelidir. Nakşibendiliğe aykırı davrananlar
suçludur. Suçlular şeyhin emriyle başı kesilerek öldürülmelidir. Kan akmalıdır ki toprak suça tanıklık etsin. Radyo, telefon, televizyon ve sinemadan uzak durulmalıdır. Giyim
kuşam şeklini şeyh belirler. Erkeklerin alta şalvar ,üstte cübbe giymeleri ve sarık sarmaları
zorunludur. Gömlek giyildiğinde yakasız gömlek tercih edilir ve beden hatlarını ortaya çıkarıp
kadınlarda şehvet uyandırmamak için gömlek şalvarın içine sokulmaz. Kadını kendisiyle evlenmesi
yasak olmayan bir kimse ile el sıkışırsa el zinası yapmış sayılır. Herhangi bir
mekanda bir erkekle göz göze gelmek göz zinasıdır. Bir erkekle bir kadının konuşması dil zinasıdır.
Erkek elinin değdiği iç çamaşırlarını giyen bir kadın zina yapmış sayılır.
Bu nedenle giysilerin kadın elinden çıkması gereklidir.
Nakşibendiliğin bir kolu olup, daha sonra kendi mecrasında gelişen bir diğer tarikat
da Nur tarikatı veya Nurculardır. Tarikat ismini Said-i Nursiden alır. Said-i Nursi tarafından kaleme
alınan 130 civarında risale, Nur öğretisinin temelini oluşturur. Yukarıda belirttiğimiz. Nakşibendilerin
benimsedikleri esasları aynen benimserler. Gizli olarak açtıkları medreselerde, Said-i Nursinin hemen tamamı
dinle ilgisi olmayan, saçma sapan bilgileri öğrencilerine öğretirler.
Nurculara göre Said-i Nursi yüceltilmesi gereken adeta peygamberlerle eşdeğer bir kişiliktir.
Said-i Nursi için kullanılan “Muhterem Üstadım efendim hazretleri, bülbül-ü bağıstan-ı Kur’an,
eyyülhel üstad-ül muhterem, üstad-ı ekremin efendim hazretleri” hitabı sanırım bunun örneğidir.
Said-i Nursi risalelerin bir güç tarafından kendisine yazdırıldığını
yani bir bakıma peygamber olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmektedir. “Artık senelerce ilim tahsili
için koşup yorulmaya ve vilayet yollarında kırk sene seyahat etmeye ihtiyaç kalmadı. Aziz arkadaşımız
gözünü aç,gerçeği bu yakın zamanda risale-i Nur’da bulacaksın, evet aziz üstadımız (bir sene
risaleleri ve bu dersleri kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir alimi olabilir) müjdesini ve tesellisini
insanlığa vermek ancak size nasip olmuştur” gibi özlü sözlerle Nur risalelerini yüceltmektedir.
Nur risalelerinde pek çok konunun yanında “Din kitapları asırlardır haber verdiği
halde ilim adamlarının çözemedikleri bir gerçek vardır ki o da, 7 kat arştır. 7 kat arştan maksat,
Dünya, Merih, Erendiz, Sekendiz, Uranus, Neptün, Piliton gezegenleridir. Erendiz arş-ı âzamdır, dördüncü kat
sema olan Sekendiz, cennettir, Piliton’un uyduları olan sitreyi münteha, güneşin kürsi, arzı tilek ve
çulpan ise cehennemdir”
veya “3000 sene sonra, Türkiye’de yazlar soğuk
kışlar ise sıcak olacaktır” gibi önemli (!), derin (!) bilimsel tespitlerde bulunulmaktadır.
Said-i Nursi-ye göre “Nur risalelerini okuyan kişi, okuduğundan hiçbir şey anlamasa da
bu risalelerin şahs-ı manevisi sayesinde alim olmuş sayılır.”
21 nci yüzyılın eşiğinde insanlarımız böyle saçma sapan öğretilerle akıl
ve bilim ekseninden uzaklaştırılmaya ve ortaçağ Avrupasındaki karanlığa mahkum edilmeye
çalışılmaktadır.
SONUÇ
Atatürk’ün açmış olduğu Aydınlanma Çağında Türk milleti önemli mesafeler
katetmiştir. Akıl ve bilimi temel alan bir nesil yetiştirilmiştir. Bu nesil, 21 nci yüzyıl Türkiye’sinin
mimarı olacak bir nesildir.
Ancak, Türkiye’de bunun yanında bilerek yada bilmeyerek çok büyük bir hata yapılmıştır.
Bu hata çağdaş, bir neslin karşısında değişik kurum ve kuruluşlarda yetiştirilen
bağnaz bir nesil çıkarmak olmuştur. Bu iki nesil, birbirinin tez ve antitezidir.
Bu iki neslin uzlaşması imkansızdır. Cumhuriyet
Türkiye’sinde demokrasinin ve çağdaş devletin imkanlarından ve ortamından yararlanarak yetiştirilen,
kul ve mürit özelliklerine sahip nesil, mutlaka ve mutlaka gün gelecek kendi inandırıldıkları rejimi oluşturmak
için çağdaş kadrolarla açık bir çatışma içine girecektir. Bu çatışmayı inançlarının
bir gereği saymaktadırlar. Devlet, kendini yıkabilecek potansiyel tehlikeyi kendi eliyle oluşturmuştur.
Bu kesimin en büyük ve en etkili silahı din istismarıdır. Din istismarı ile büyük kitlelerin harekete
geçirilebilmesi, yaşanan örneklerden de görüldüğü üzere mümkündür. Bu tehlikenin görülememesi veya savsaklanmasının en önemli sebebi, olayın bir inanç meselesi olarak değerlendirilmesidir.
Hatta bu doğrultuda demokratik ve çağdaş bazı aydın ve devlet adamları bu kesimle uzlaşma
arayışı içine girmişlerdir.
Ancak unutulmaması gereken bir şey vardır. Demokratik ve çağdaş nitelikli insan tartışabilir,
görüşlerinde düzeltme yapabilir, uzlaşma uğrunda bazı tavizlerde bulunabilir. Dogmatik nitelikli insan
ise asla uzlaşamaz. Uzlaşmaması inandığı dogmaların kaçınılmaz sonucudur. Uzlaşma
bir takım tavizleri gerektirir. Oysa bu tipte bir kişi taviz verdiği anda, inançlarının gereklerine
aykırı hareket ettiğine inanır. Günahkar hatta kafir olduğuna inanır. Bu nedenle uzlaşmaya
çalışan çağdaş aydın sadece karşı tarafa taviz verir ve kendi kendini aldatır.
Türk insanını ve Türk toplumunu bu inanç cellatlarının elinden kurtarmanın en etkili
yolu gerekli toplumsal ve siyasal iradeyi gösterip onların yöntem ve teknikleriyle en iyi mücadele yöntemini, yani hukuku
kullanmak ve insanlarımızın inançlarına konan ipoteği kaldırmaktır. Onları çağdışı
eğitim ve öğretim olanaklarından yoksun bırakmak, çağdaş eğitim kurumlarında düşünen,
sorgulayan, aklını kullanma becerisiyle azami donatılmış nesiller yetiştirmektir.
Türk insanının kendi geleceğine yönelik önünde iki terchi vardır.Çağ dışı
dogmalara mahkum,ümmetçilik esasına dayalı,şeyhinin söylediklerine koşulsuz itaat eden,kul ve mürit olmayı
erdem sayan,bir kişinin veya grubun güdümünde yönetilen çağ dışı bir toplum mu olacaktır?
Yoksa, Atatürkçü Düşünce Sistemi’ni,çağdaş ve evrensel değerleri benimsemiş,Atatürk
Milliyetçiliği’ne bağlı,aklı ve bilimi temel hareket noktası alan,laik ve demokratik bir toplum
mu olacaktır?... Türk insanının engin sağ duyusuyla gerçek yolu yani Atatürk’ün gösterdiği
akıl ve bilim yolunu seçeceğine inancımız tamdır.